İki küçük can, İzmir depreminden canlı kurtarılan iki küçük beden; birisi Elif diğeri Ayda. Elif’in enkazdan çıkarılması esnasında kaydedilen bir görüntüsüne rastlamadım ama Ayda’nın böyle kısa bir videosu var internette dolaşan.
Defalarca izledim gözlerim dolu ve yutkunarak. Hastanede köfte ekmek istediği bilgileri yayılıyordu internette. Benim aklım ise hep küçük bedeninin yarısı toprak altındayken yüzüne yayılan o meleksi ifadedeydi. Allah’ım nasıl bir sakinlik ve yaşından beklenmeyen olgunlukla cevap veriyordu sorulara. Acaba şokta olduğu için mi böyle davrandığı aklıma geldi, ama sorulara verdiği cevaplar bu düşüncemi boşa çıkarıyordu.
O esnada gözüne kaçan bir maddenin verdiği rahatsızlıkdan olsa gerek eli gözüne gidiyor ardından hemen geri kendisini kurtarmaya gelen eli tutuyordu. Aklım ailesinin nerede olduğuna takıldı, hayatta olmaları için dua ettim hep için için. Sonra annesinin ölüm haberiyle yıkıldım, yaşama hakkı ne kadar kutsaldı oysa.
Bütün bunlar iki yıl önce emekli bir inşaat mühendisi ile aramda geçen diyalog ve söylediklerini aklıma getirdi.
İki yıl önce İstanbul’dan Ankara’ya bir yolculuk yapacaktım. Serin bir İstanbul gününde Üsküdar iskelesinden Harem Otogarın’a kadar yürümüş, günbatımında Kız Kulesi ve arkasında tarihi yarım adanın üzerinde, gökyüzüne yükselen minareleriyle Ayasofya ve Sultan Ahmet Camii’nin silüetini temaşa etmiştim.
Bu seyir zevkinin etkisi altında internetten biletini aldığım firmanın ofisine ulaştım. Kısa bir süre sonra yolculuk saati geldi ve yolcular birer ikişer yerlerini almaya başladı. Ön sıralardan seçtiğim yerime oturdum. Kısa bir süre sonra üzerinde takım elbise olan yetmiş yaşlarında bir amca yanıma oturdu. İlk dakikadan itibaren bir farklılık hisettim. Otururken gülümseyerek verdiği selam dışında hiç konuşmadı.
Bense bu farklılığın nedenini tespit etmek için konuşmak istiyor ve konuşmaya girmek için bir girizgah arıyordum. Bir şekilde konuşmaya başladık. Emekli bir yüksek inşaat mühendisi olduğunu öğrendim.
Otobüs yol aldıkça İstanbul’un bir biri üstüne yığılmış beton yığınları ve bu yığınlardan dışarı yansıyan ışık hüzmeleri akıyordu gözümüzün önünden. İsmimi sordu, benim amca diye hitap etmeme mukabil ‘’Mehmet bey’’ diye seslendi. Tam bir İstanbul beyefendisiydi, her yerinden edep ve nezaket akıyordu adeta.
Biraz utandım. Tedirgin ve ürkekçe sorular sormaya devam ediyordum. 1970 yılında İstanbul Üniversitesi’ne başladığını söyledi. Birçok şey anlattıktan sonra söz mesleğine yani inşaat sektörüne geldi. Şehir planlaması ve yapıların ölçüleri konusunda kısaca bilgi verdi. Gençliğinin İstanbul’unda bu beton yığınlarının hiç birinin olmadığını ve o zamanlar yapıların modern şehir sıtandartlarına daha uygun yapıldığını söyledi.
Günümüzde bilim ve teknik yoluyla elde edilen insanlığın bütün tecrübelerinin ranta kurban edildiğini söylüyordu.
Ve söz insan hayatına geldi. ‘’İnsan hayatı’’ dedi; ‘’İnsan hayatı da ranta kurban ediliyor. Bugün insanların ihtiyacı olan hiçbir alan yok yapıların etrafında. İnsanlar bisikletlerini bile evine çıkarıyor artık. İstanbul’da şiddetli bir deprem olsa en az 300 bin kişi ölür’’.
Ben önce rakamı tam kanıksayamadım. Fakat 300 bin kişiden bahsediyordu, bu görmüş geçirmiş mühendis.
Ağzı açık dinledim. Bilinçaltıma yerleşmiş bir sözü gayri ihtiyari söyledim; ‘’Hayırlısı olsun’’ dedim. Ve içime işleyen, asla unutamayacağım en anlamlı sözü duydum. ‘’Hayırsız bir hayattan hayır hasıl olmaz Mehmet bey’’ deyiverdi.
Ne kadar doğru bir sözdü. Elbette hayrın ortaya çıkması için de uyulması gereken kurallar vardı.
Bunca çürümüşlüğün suçunu, bugün devletin her kademesinde köşe başını tutmuş gulyabanilere atmakla bu sorumluluktan kurtulamayız maalesef. Sosyal ahlaksızlığa çözüm bulmak için toplumsal bir bilinç ve hesap soran bir millet birlikteliğine ihtiyaç var.
O zaman Aydalar ve yüzlercesi, kader kalkanına sığınan ve bunu rantına perde yapan zalim idarecilerin kurbanı olmayacak.