Romanya Haber

DİKTATÖRDEN KURTULMAK!

YORUM | Doç. Dr. MAHMUT AKPINAR

Diktatörlük kurumsal hale gelmişse, babadan oğula veya yardımcıya intikal ediyorsa, konjonktürel olmaktan çıkıp süreklilik kazanmışsa kurtulmak çok zordur. Diktatörden kurtulsanız dahi diktatörlükten kurtulamazsınız. Mevcut ölür, devrilir ama yerine başkası geçer ve diktatörlük devam eder. Kurumsallaşmış diktatörlükleri değiştirmek için halkın çok güçlü talebi ve/veya dıştan etkili müdahale, zorlama gerekir. Türkiye’nin çok partili döneme geçmesi, soğuk savaş sonrası Doğu Avrupa ülkelerinin demokrasiye geçmesi halkın taleplerinden öte dönemin siyasi konjonktörü ve harici etkenlerle ilgilidir.

İnönü “tek adam” olmasına rağmen, İkinci Dünya Savaşını demokratik bloğun kazanması sonrası galip devletlerin etkisi ile çok partili hayata geçme kararı almıştır. Bu kararında zamanın ruhunu okuyup basiret göstermesinden öte Stalin’in tehditlerinden korunabilmek için batıya sığınma ve onun kurallarını kabul etme etkiliydi. Sonuçta Tek Parti döneminin sona ermesi halkın talebiyle, zorlamasıyla olmadı. Keşke: “Türk toplumu demokrasiye, hukuka çok arzuluydu ve bunun için mücadele etti de çok partili sisteme, demokrasiye geçildi” diyebilseydik. Milli Şef İnönü, liderliğini yaptığı CHP’de milletvekili olan Celal Bayar’ı, Adnan Menderes’i çağırdı ve yeni bir parti kurulması talimatı verdi. DP, İnönü’nün talimatıyla kuruldu. Kurulduktan sonra en önemli gündemi muvazaalı (danışıklı) bir parti olmadığını ispat etmekti. 1950’de iktidar olduğunda bile “muvazaalı parti” gölgesi üzerindeydi.


Demokrasiyi hazmetmemiş, güçler ayrılığını anlayamamış, düşünce ve ifade özgürlüğünün değerini bilmeyen toplumlar ağzı iyi laf yapan, etkileyici lideri “kurtarıcı” görür ve tüm yetkiyi ona verir.  Hep iyi ihtimalleri düşünerek, olayları sürekli hayra yorarak ülkeyi ele geçirmesine göz yumar. Ama zamanla bu güç halkı mengene gibi sıkmaya başlar.

Otoriter kişiliğe sahip insanlara diktatörlük yolunda yetki vermek kolaydır. Onlar gücü, yetkiyi “millet için!”, “vatan için!” isterler. “Kötülerle, suçla, hainlerle mücadele etmek için” ihtiyacım var derler. Halkı ikna etmek için suni krizler çıkarır, bazen suç oranlarını patlatır, terör olaylarını tırmandırırlar. “Ben olmazsam iç savaş çıkar”, “ülke batar!”, “yüzde 51’i verin bu iş suhuletle çözülsün!” diye toplumu korkutur. Ta ki kendisine olan ihtiyaç(!) anlaşılsın, halk çaresizlikle yetki versin! Hitler Birinci Dünya Savaşı sonrası ezilen Alman onurunu kurtarmak için “güçlü yönetim” (sağlam irade!) talep etti. Komünistlerle mücadele için yetki istedi. Krizlerle başedebilmek, Almanların Kutsal Roma rüyasını tekrar gerçekleştirmek için (Osmanlı vurgusu!) güçlü bir lidere ihtiyaç olduğuna inandırdı halkı. Almanların başlarda Hitler’e gönüllü verdiği yetkiler zamanla onu kontrol edilemez hale getirdi. İhtiraslarının peşinde koşan, dünya barışını tehdit eden bir canavar doğdu. Patolojik bir kişilik, aldığı sınırsız yetkilerle çılgın bir diktatöre dönüştü. Ülkeyi maceralara soktu. Sonunda Hitler’e verdiği sınırsız, denetimsiz güç Almanların felaketi oldu. Stalin elde ettiği sorgulanmaz ve devasa gücü en başta kendi toplumuna uyguladı. Paranoyakça gerekçelerle ülkedeki insanları kitleler halinde sürdü, öldürdü, cezalandırdı. Pek çoğu kendi insanı olmak üzere 42 milyon insanın ölümüne neden oldu. Kendisinin Ruslar için öyle vazgeçilmez ve gerekli olduğunu düşünüyordu ki ölürken: “öleceğime üzülmüyorum; benden sonra zavallı Rus halkı ne yapar ona üzülüyorum” diyecektir.

Doğu toplumları “güçlü” lideri tercih ediyor. Özellikle suç oranları yüksekse ve ağır problemler varsa  eli sopalı, güçlü bir liderin bunları çözeceği düşünülür. Otoriter eğilimli liderler toplumdaki talebi görür ve uygun söylemler geliştirir. Türk toplumu da “güçlü” lider ister. Milletin ekseriyeti terör ve güvenlik problemlerini “kodu mu oturtan” liderlerin çözeceğine inanır. Herkesi hizaya sokacak, “baba”lık yapacak, gerektiğinde ezecek, dövecek devlet adamı tipini tercih eder. Problemlerle bizzat yüzleşmeye cesareti ve karmaşık işleri çözmeye iradesi olmadığı için herşeyi “güçlü, yetkili” birine havale etme eğilimindedir. Kolaycılığa sığınarak bir kişinin çıkıp sorunları “şip-şak” çözmesini arzu eder.  

“Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar”

Güç ve yetki vermek kolaydır. Ama güç yetki verdiğiniz kişi bir süre sonra onu keyfi kullanılmaya başlar. Zira gücü denetleyecek mekanizmalar iptal edilmiş, herşey bir kişinin insafına terk edilmiştir. Demokratik kişiliğe sahip, uyumlu, munis kimseler bile sınırsız gücün-yetkinin zehirlemesiyle kolayca diktatöre dönüşebilir. Amerikalı siyaset bilimci Lord Acton’un dediği gibi “Güç bozar, mutlak güç mutlaka bozar”. Gücün tek elde toplanmasının bozucu etkisi nedeniyledir ki Monteskiyo “kuvvetler ayrılığı” ilkesini iyi yönetimin, demokrasiyi sürdürmenin olmazsa olmazı görmüştür. Yargının bağımsızlığı ve tarafsızlığı, kimsenin “köpeği” olmaması, hakkın, hukukun savunucusu kalması için gereklidir. Yargının bir görevi adaleti sağlamak ise, diğer anayasal görevi yürütmeyi, idareyi denetlemek ve dengelemektir. Bireyi ve haklarını devlete karşı korumaktır. Bugünlerde hukuksuzlukların fetvacısı haline gelen Anayasa Mahkemesi’nin varlık sebebi budur. Parlamento hükümeti denetler, yasama erkiyle icranın, idarenin sınırlarını çizer. Bu güçler tek elde toplandıysa, bir adam her şeyin üzerinde güç ve söz sahibiyse diktatörlük tesis edilmiş demektir.

Diktatör her şeyden korkar

Demokrasiyi hazmetmemiş, güçler ayrılığını anlayamamış, düşünce ve ifade özgürlüğünün değerini bilmeyen toplumlar ağzı iyi laf yapan, etkileyici lideri “kurtarıcı” görür ve tüm yetkiyi ona verir.  Hep iyi ihtimalleri düşünerek, olayları sürekli hayra yorarak ülkeyi ele geçirmesine göz yumar. Ama zamanla bu güç halkı mengene gibi sıkmaya başlar. Çünkü diktatörler herşeyden korkar. Bu korku nedeniyle herşeyi kontrol etme zorunluluğu duyar. Histeriktir. Olmaz ihtimallerden tehditler çıkarır ve kendince tedbirler almak ister. Paranoyaları vardır. Gerçeklikten kopar, sürreel bir hayat yaşamaya başlar. Sadık ama kalitesiz adamlarla çalışır. Kimse kendisine doğruları söyleyemez. Zaman içinde diktatörle halk arasında uçurumlar oluşur. “Ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” der. İki yüz gram çayla ve bez torbayla insanların sorunlarını çözeceğini, ikna edeceğini düşünür. Halkı, kendisi olmaksızın yaşayamayacak “zavallılar!”, liderliğine mecbur “yığınlar!” görür. Onlara kızar, bağırır, fırçalar.

Bizim gibi kısmen de olsa demokrasiyi tatmış ülkelerde diktatörlüğe geçiş farkedilince insanlar yanlış yaptığını anlar ve dönmek ister. Diktatörden nefret süreci başlar; ama kimse hakikati söylemeye cesaret edemez. Lider halkı sinek gibi gören ve kolayca ezen balyoza dönüşmüştür. İnsanlar küçük gruplarda söverler, ama kamuya açık alanlarda Lideri överler. Korku herkesi sarar, suskunluk sarmalı heryeri kuşatır. Konuşan, itiraz eden, ses veren aleme ibret olacak şekilde susturulur, cezalandırılır. Diktatörün onun adına havlayan itleri, çeteleri olur. Bir yandan toplumu yargıyla hizaya getirirken, öte yandan illegal mafyatik yapılarla gözdağı verir. Rahatsızlık büyür ama korku da büyür. Domuz bağında olduğu gibi, toplum o sürece girdikten, diktatöre yetkiyi verdikten sonra kolay kurtulamaz. Zira kıpraştıkça güç/otorite daha da sıkar. Her eylemi, hareketi üzerindeki baskıyı artırır, hareket alanını daraltır.

Toplum diktatörün mengenesine girdikten sonra…

Diktatörlüğe giden sürecin başlarında otoriter eğilimli adamlardan kurtulmak için az bir çaba yeterken, toplum diktatörün mengenesine girdikten sonra artık muazzam bir irade, devasa bir enerji gerekir. Diktatörü bitirmeyecek her hareket/eylem şartları ağırlaştırır ve hayatı daha yaşanmaz hale getirir. Diktatör, ayakta kalmak için daha çok zulmetmek, daha çok baskı uygulamak ve bütün sınırları yok etmek zorundadır. Seçimle, sandıkla diktatörlerin gittiği vaki değildir. Hele diktatör kendi güdümünde kontrollü bir muhalefet oluşturmuşsa!


Türk toplumu diktatörlüğün kurumsallaşmasını istemez. Diktatöre başkaldıracak cesareti/ iradesi ve böyle bir geleneği olmasa da devirmek isteyene yandan destek verir. En azından sukut eder. Ama bunun için canının epey bir yanması ve sabrının sınıra dayanması lazımdır. 

Tepki, gösteri, hak arama kültürü olan ve organize hareket edebilen toplumlar konjonktörün müsait olduğu dönemlerde kararlı ve iradeli davranarak diktatörleri devirebilmişlerdir. Ama insiyatif almayıp kurtuluşu mücizelerde arayan toplumlarda konjonktör müsait olsa da içten kırılma veya dıştan ciddi baskı olmayınca diktatörün gitmesi imkansızdır. Dıştan zorlanan değişimlerde milli çıkarları korumak zordur. Harici güçler risk almak, maliyeti artırmak istemez; uygun zamanı kollar. Liderin kullanışlılığı, global güç dengeleri vs. diktatörün kalması veya gitmesi tercihinde çok önemlidir. İç veya dış etkenlerle bir diktatöre karşı harekete geçmekte en önemli nokta milletin tahammülünün kalmaması ve artık diktatörlüğün taşınır olmaktan çıktığı algısıdır. Bu da topluma göre değişir. Eğitimli, dünyaya açık toplumlar için bu eşik düşük iken, doğu toplumlarında oldukça yüksektir. Tarihte pek çok diktatör ya ağır bir yenilginin veya bir felaketin, iç savaşın sonucu gitmiştir.

Diktatörlük kurumsallaşamadı

Türkiye’de diktatörlük neredeyse inşa edildi. Sevindirici olan şu ki diktatörlük kişisel ve konjonktörel görünüyor. Demokrasinin, özgürlüklerin hazzını almış Türk toplumu diktatörlüğün kurumsallaşmasını istemez. Diktatöre başkaldıracak cesareti/ iradesi ve böyle bir geleneği olmasa da devirmek isteyene yandan destek verir. En azından sukut eder. Ama bunun için canının epey bir yanması ve sabrının sınıra dayanması lazımdır. İyi-kötü bir demokrasi geçmişimiz olduğu ve mevcut yapı hala kurumsalllaşmadığı için kendimizi şanslı hissedebiliriz. Ama biraz daha zaman geçerse mevcut yapı yerleşecek ve kurumsallaşacaktır. O durumda toplum tam bir domuz bağı kıskacına girmiş olacak ve bu mengeneden olağanüstü bir vaka, bir felaket olmazsa kurtulamayacaktır.

(TR724)