Romanya Haber

BARİ BİR VEFA

YORUM | FATMA BETÜL

– Yok öyle bir şey yok,

– Kaç seneler oldu biliyor musun? Kaç seneler…

– İnşallah orada görüşürüz yine, değil mi?

– Orası bizim için.

– Burası boş, boş. Burası imtihan  dünyası, imtihan. Orası esas dünya…

– İğneden ipliğe sorulur bir gün…

Sadece bir dakikalık bir videoydu izlediğim. Bir dakikaya hayatın anlamını, kitaplarca cümlenin ezcümlesini söyleyivermişti, ölüm döşeğindeki eşine veda etmek üzere olan dede. Çok eski zamanlardan değil bu hikaye. Modern zamanların her şeyi olduğundan farklı gösterdiği şu demlerde yaşanıyor tüm görkemi ve sadeliğiyle. Yıldızların yastık kılıfı olup başucuna konduğu yaşlı bir nene. Başında gri renkli başörtüsü, üzerinde eprimiş  bluzü. Kahverengi ve Anadolu’da neredeyse her evde görmeye alışık olduğumuz desende bir battaniyenin altında. Belki de ölüm döşeğinde. Yamacında yaşı çoktan sekseni devirmiş gerçek bir “ihtiyar delikanlı”. Başında siyah takkesi, üzerinde ceketi ve göremediğimiz yüzüne nur ekleyen uzun beyaz sakalları ile bir pir-i fani. Bir asırlık çınar. Kulak versen sözlerine bir kütüphanelik kitap çıkar.

Bir eli ömürlük eşinin ellerinde, diğer eli şefkatle duruyor eşinin başının üzerinde. Gözleri gözlerinde, bir şeyler söylüyor.  Kalp delen. Ciğeri bin pare eyleyen cinsten. Söylediği o üç beş cümlelik sözlerle bütün bir hayatı özetliyor. İlk başta ağlayan ve izleyen herkesi de ağlatmaya yeten o içli yüz ifadesine sahip eşi, dinledikçe dinleniyor sanki. Yüzündeki acı siliniyor usulca. Vefanın, sadakatin, bir ömür el ele vermişliğin gücü ile sevgi ile donanıyor yüzü ilkin. Sonra ışıyor. Dedemiz konuştukça ruhu itminana eriyor. Bize de canlı birer emsal olarak bu vefayı izlemek düşüyor.

Ve-fa. Sevgide bağlılık, sözünde durma ve dostluğu sürdürme manalarına geliyor diyor lügatler. Şöyle bir coğrafyamıza bakıyorum da, “Ah vefa! Neredesin?” diyorum. O kadar mı uzaklara gittin. Dönmeyecek misin? Bizi özlemeyecek misin? Giderken, dostluğu, sevgiyi ve merhameti de mi ekledin bohçana? Yoksa, biz mi kaybettik bu değerleri çoktan da haberimiz yok.

20 yıllık dostlarım yüzüme bakmıyor ama ben gerçek dostluğu bulmuşum

Bir şeyin bulunmayışı yok olduğu anlamına gelmez her zaman. Bir telefon geliyor. Eşini 28 aydır ilk günkü aşkla heyecanla bekleyen bir öğretmen hanım anlatıyor. 19 aydır eşimle aynı koğuşu paylaşan, 24 metrekarelik odada 24 kişi yaşayan. Karanlık ve aysız gecelerde aynı hasrete uyuyup aynı özlemlere uyanan bir masumdan söz ediyor. 5 ay olmuş hak ettiği özgürlüğüne yeniden kavuşalı. Bir çocuk gibi mavi gökyüzüne, toprağa yeniden ve hayretle bakılarak geçen 5 ay. En önemlisi de içeriyi, içerde bıraktığı ve “ailemden fazla zaman geçirmişimdir” diye bahsettiği arkadaşlarından ayrı geçen 5 ay.  ‘Özledim’ diyor, bir görebilsem onları. Yalvarıyor tutuklu yakınlarına kapalı görüşlerde. “Şu kış kıyamette siz gelemezsiniz belki ama gelirim ben. Lütfen söyleyin dilekçelerine adımı yazsınlar. Her hafta birini görür konuşurum, sizlerden de haber uçururum. Şu paraları da ben yatıramıyorum, siz benim adıma arkadaşların hesabına yatırıverin, olur mu? Arkadaşlar çay, şeker alsınlar. Unutamadığım çay sohbetlerinde, onlar da beni unutmasınlar. 20 yıllık emniyetçiydim. İçeri girdim. Dışarı çıktım. 20 yıllık dostlarım yüzüme bakmıyor. Ben gerçek dostluğu bulmuşum nasıl bırakayım… “

Yeni gelenler yerde yatmasın diye…

Bir hanımefendi. Ellili yaşlarında. Temiz giyimli. Nezaketli. Sevecen. Öyle hoş sohbet ki. Bir yıla yakın tutuklu kaldığı cezaevini özlemle anlatıyor. Burnunun direği sızlıyor her seferinde. Her seferinde göz pınarlarına yaşlar birikiyor. ‘İçerde’, diyor gelen bulgur pilavlarından az kısır yapmadık. Su ısıtıcısında pişirdiğimiz pudinglerden tatlılar, mozaik pastalar. Sonra elişleri yapardık, tanıdıklara yollardık. Mavi boncukları gökyüzü hasretiyle, yeşil olanları ağaç ve toprak görme hayaliyle geçirirdik iğneden. Göz nuru dökerdik. Gönül sızısı dizerdik iplere ince ince. Kışın üşüyene kendimiz de ısınamadığımız halde patiklerimizi verirdik. O ısınınca biz de ısınırdık sanki, Allah şahit. Yeni gelenler yerde yatmasın diye az oturarak uyumaya gayret etmedik. Çay demlerdik. Dertlenir, gözyaşı dökerdik. Çünkü anneydik. Evlattık. En önemlisi kardeştik. Cezaevi özlenir mi, oranın yemekleri bile özlenip dışardayken yediklerin boğazda düğümlenir mi? Öyle bir düğümlenir ki… Lokmalar geçmez olur boğazından. En sevdiğin yemeğin bile tadı yoktur. Arkadaşların yiyemeyince, ziyafet dolu sofralar kuru bir somundur. Daha ilk lokmada gözlerin dolar, arkadaşlarını özler. Ağlarsın. Ben orada hasretten  uykusuz kaldığım geceleri , sabahların zemheri vakitlerini, beton üzerinde incecik örtülerde kapandığım secdeleri, arkadaşlarımın hıçkırıklarla ettiği dualarına yağmur gibi inen gözyaşlarımla “Amin” demeyi çok özledim, hem de çok..

Ey vefa! Sen varsın, amenna. Anladım. Dünya durdukça. Bu güzel insanlar bu dünyada oldukça. Güzellikleri yaydıkça hasılı. İyiliği çoğalttıkça.  Sen de var olacaksın. Seni yurdundan sürgün etmek isteyenlere inat. Her sürgün edişte bir parçanı daha bırakıp toprağın bağrına. Gün be gün çoğalarak yaşayacaksın.

Bize kendini hiç unutturma ve hiç eksik olma hayatımızdan, olur mu?

(TR724)