KONUK YAZAR | SEMİH YILMAZ
Osmanlının en muhteşem dönemlerinin yaşandığı Kanuni Devri… Zaferden zafere koşan ordu yeni fetihlerin rüyasıyla yine Edirne yakınlarında yollarda… Hava cehennem ateşi gibi sıcak, dudaklar kavrulmuş ama dilde zikirler sefer devam ediyor.
Yolun daraldığı bir noktada askerler yol kenarındaki üzüm bağlarından geçmek zorunda kalıyorlar. Sıcağın tüm yakıcılığı ve susuzluğa rağmen sulu sulu üzümlere kimse el uzatmıyor. Sonunda nefsine hakim olamayan bir yeniçeri bir salkım üzüm koparıyor ama o da ne? Kopardığı salkımın yerine hemen kuşağından çıkardığı bir kese altını bağlıyor ve yola devam ediyor.
Ertesi gün üzümleri toplamaya gelen bağ sahibi salkıma asılı bir kese altınla birlikte bir de not buluyor. “Bağınızdan izinsiz üzüm yedim ama parasını da yerine bağladım, lütfen hakkınızı helal edin.”
Bugün bu insanları eli kanlı canilerle, ahlaksız hırsızlarla aynı kefeye koyup her türlü zulmü reva görenler bilsinler ki ne zindanlarınız, ne işkenceleriniz ne de şeytanları utandıran iftiralarınız bu ruh bizde oldukça asla bize zarar veremez. Rabbimiz bizim yar ve yardımcımızdır. O ne güzel vekildir..
Yer Çanakkale… Bir millet ölüm kalım mücadelesi veriyor. Havada mermilerin çarpıştığı öyle bir savaş oluyor ki biraz sonra ölüm meleğinin selamını güle oynaya alacak olan Mehmetçik tevekkülle şehadetini beklemekte.
Yüzlerce ağır yaralı var, sıhhıye neferleri yaralıları sahra çadırından bozma hastaneye taşırken çadırın önünde telaşlı bir doktor var. Adı Tarık Nusret… Gelen her yaralıyı kontrol edip ayırmakla görevli.
Eldeki morfin çok az, neredeyse tükenmek üzere… O yüzden Dr. Tarık Nusret her yaralıyı dikkatle inceliyor ki kurtulma şansı olanlara morfin verip ameliyata alabilsin. “Bunu içeri alın, bunu dışarıya bırakın.” diyor.
Bir ara birini daha getiriyorlar, gencecik delikanlı kanlar içinde, durumu çok ağır. Dr. Tarık Nusret delikanlının yüzüne bakmadan “Dışarıya alın.” diyor. Ama o da ne, delikanlının ağzından “Baba!” diye bir ses işitiliyor. Dr. Tarık Nusret önce irkiliyor sonra delikanlının yüzüne bakınca oğlu olduğunu fark ediyor. Bir anlık bir duraklamadan sonra “Bunu dışarıda bir gölgenin altına alın.” deyip gözyaşlarıyla diğer yaralılara yöneliyor.
Savaşın şiddeti biraz azalır gibi olunca hemen dışarıya koşup oğlunu buluyor. Gencecik fidan çoktan şehit olup ötelere pervaz etmiş bile. Şehidini alnından öpen baba “Affet oğlum, o morfini sana veremezdim, buna hakkım yoktu.” deyip hıçkırıklarla oğluna sarılıyor.
MERİÇ AH MERİÇ…
Yer Meriç kıyıları… Meriç acı, Meriç ölüm, Meriç gözyaşı, Meriç anadan babadan, yardan, evlattan ayrılık demek. İleride adına kara ağıtlar, hüzünlü türküler yakılacak bir nehir Meriç…
Zulümden kurtulma adına Meriç’in karanlık ve soğuk sularından bir gece vakti dualarla karşıya geçen bir avuç mazlum… Hava soğuk, belki elbiseler ıslak… Karınlar aç, çocuklar huzursuz… Saatlerdir çamurlu yollarda yürüyen ayaklar yorgunluktan bitap…
Ne başını sokacak bir çatı var, ne de soğuktan morarmış elleri ısıtmak için yakacak bir kucak kuru odun. Bedenler tit tir titrerken ağızlardan çıkan soğuk beyaz dumanlar geceye karışıyor.
Daha fazla dayanamayan içlerinden biri, ileride ışıkları görünen kasabaya doğru seğirtiyor. Bir kahvenin kenarına dizilmiş odunlara rastlıyor, bir avuç odun alacak üşüyen bedenleri bir nebze ısıtmak için. Hem kahve kapalı, hem de etrafta in cin top oynuyor. İzin isteyecek kimse yok. Taşıyabileceği kadar odun alıp arkadaşlarının yanına dönüyor.
Sabah olup da dükkanı açmaya gelen kahveci kapıya iliştirilen bir not ve içinden 10 Euro çıkan bir zarf buluyor. Notta “Isınmak için biraz odun aldık, parasını da bıraktık, kusura bakmayın.” yazıyor.
90’lı yılların başları… Türkmenistan’da ilk Türk okullarının açıldığı yıllar… Yokluk ve parasızlık içinde devam eden okul inşaatları… Müdür, öğretmen demeden herkesin elde kürek, mala, fırça çalıştığı yıllar…
Bu arada bazı gözler de tetikte, tedirgin, izleyip bu insanların bir yanlışını, açığını bulma derdinde…
Tam bu sıralarda devam eden bir okul inşaatından “Çocuk düştü!” diye feryatlar duyuluyor. İnsanlar telaşla koştururken bağrışmaları duyan okul müdürü Eyüp Hoca “İnşallah düşen çocuk benimkidir, eğer öğrencilerden biriyse maazallah okul sıkıntıya girer.” diye düşünüyor. Gidip baktığında ise “Şükürler olsun ki düşen bir öğrenci değil benim kızımmış, okul sıkıntıya girmeyecek.” diyerek yerde yatan evladına acı bir tebessümle bakıyor.
DÜŞEN BENİM EVLADIM OLSUN!
Aynı Eyüp Hoca yıllar sonra haramiler çökene kadar Kimse Yok mu Derneğinde yöneticilik yaparken nice mazluma kol kanat germeye devam edecektir.
Olaylar farklı, isimler farklı, mekanlar, devirler farklı olabilir. Ama aynı olan bir ruh var ki o hiç değişmeden bir kutlu silsile içinde bu kahramanların kalplerinde yaşamaya devam ediyor.
Bugün Osmanlıyı sadece müsamere rezilliği ve basitliği içinde dizilere hapsedenler, ne acıdır ki onu Osmanlı yapan ruhtan habersiz, cedlerinin kemiklerini yattıkları cennet bahçesi kabirlerinde sızlata sızlata zulümlerine devam ediyorlar.
Onun gerçek kadrini ve kıymetini bilenler ise her türlü acı ve eziyete rağmen hala dimdik ayaktalar.
Bugün bu insanları eli kanlı canilerle, ahlaksız hırsızlarla aynı kefeye koyup her türlü zulmü reva görenler bilsinler ki ne zindanlarınız, ne işkenceleriniz ne de şeytanları utandıran iftiralarınız bu ruh bizde oldukça asla bize zarar veremez. Rabbimiz bizim yar ve yardımcımızdır. O ne güzel vekildir.
fsemih.yilmaz@gmail.com
Kaynak: http://zamanaustralia.com/semih-yilmaz/2018/12/zalim-meric-10-euroluk-odun-ve-kutsi-ruh