Romanya Haber

Yazar Ahmet Altan, Cumhuriyet’e Yazdı: Günler ve Mevsimler Akıyor, Hep Aynı On Metrekarenin İçindeyim

23 aydır Silivri Cezaevi’nden olan ve yazdığı yazılardan dolayı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılan gazeteci-yazar Ahmet Altan, Cumhuriyet Kitap için bir yazı kaleme aldı. Altan, “Günler ve mevsimler akıyor. Ben duruyorum. Hep aynı on metrekarenin içindeyim” ifadesini kullandı.
Eski Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ahmet Altan, “Geçen yıl bugünlerde hücrenin duvarına asılı takvimde “leyleklerin göçü” yazıyordu, gerçekten de o günlerde sivri gagalar, geniş kanatlar süzülüp geçti üstümüzden” dedi.
“Günler ve mevsimler akıyor. Ben duruyorum. Hep aynı on metrekarenin içindeyim” diyen Hakan, sözlerine şöyle devam etti:
“Bütün canlıların sürekli hareket ettiği, bir yerden bir yere gittiği bir dünyada hiç hareket etmeden hep aynı yerde durmak: Hapishane bu demek. İnsanlar, bir yerden bir yere giderek, hep hareket ederek zamanın ve hayatın hareketiyle bir uyum sağlarlar. Durduğunda bu uyum bozulur.”
Altan’ın Cumhuriyet Kitap’ta yayımlanan yazısı şöyle:
Göçmen kuşlar gittiler.
Avlu sessizleşti.
O koyu sessizlikle birlikte sanki biraz daha daraldı, duvarları biraz daha yükseldi.
Yaz boyunca onların çılgın ötüşleriyle uyanmaya alışmıştım. Güneş doğarken başlarlar, karanlık çökene kadar hiç durmadan tükenmeyen bir neşeyle öterlerdi. Oğlanlar kızlara hediyeler taşırdı: Otlar, çiçekler, böcekler, meyve parçaları. Birbirlerine kur yaparlardı. Sık sık oğlanlar kanat çırpıntılarıyla kavgaya tutuşurlardı.
Aniden yok oldular.
Tek bir cılız kuş kaldı. Avlunun üstündeki kafeste öyle duruyor. Hiç ötmüyor.
Onun neden gitmediğini bilmiyorum. Belki gücü yoktu, belki de başka bir kabileye aitti.
Birkaç güne kadar avlunun üstündeki “bir avuç gökyüzünden” leylek sürülerinin geçtiğini de göreceğim.
Geçen yıl bugünlerde hücrenin duvarına asılı takvimde “leyleklerin göçü” yazıyordu, gerçekten de o günlerde sivri gagalar, geniş kanatlar süzülüp geçti üstümüzden.
Günler ve mevsimler akıyor.
Ben duruyorum.
Hep aynı on metrekarenin içindeyim.
Bütün canlıların sürekli hareket ettiği, bir yerden bir yere gittiği bir dünyada hiç hareket etmeden hep aynı yerde durmak: Hapishane bu demek.
İnsanlar, bir yerden bir yere giderek, hep hareket ederek zamanın ve hayatın hareketiyle bir uyum sağlarlar. Durduğunda bu uyum bozulur.
Zamanla ve hayatla birlikte akmazsın.
Hayat ve zaman senin üstüne doğru kararıp köpürerek akar, seni taş bir duvara sıkıştırır.
Biz gençken, bir sorun karşısında yeterli direnci gösteremediğimizde, mücadele edemediğimizde, kırılganlaştığımızda babam öfkeyle sedeflenmiş bir enerjiyle “boğayı” derdi, “boynuzlarından tutup devireceksin.”
“Boğa” hayattı.
Seni bir hücreye kapattıklarında o daracık odanın içinde o geniş omuzlu, iri kaslı “boğanın” da karşısında durduğunu, keskin ve sivri boynuzlarını karnına dayadığını hissedersin.
Hareket edecek, kımıldayacak bir yer yoktur.
Boğayı nasıl boynuzlarından tutup devireceksin?
Yenilecek misin?
Tam da seni oraya kapatanların istediği gibi boğanın seni paramparça etmesine izin mi vereceksin?
Bu sorular karşına çıktığında bir gerçeği keşfedersin:
Hareket etmen gerekir.
Ama nasıl?
İşte böyle dar bir yerde bu sorunun cevabını aradığında, hareket ederken, bir yerden bir yere gidip gelirken belli belirsiz sezdiğin ama genellikle pek üstünde durmadığın kendinle ilgili bir çelişkiyi, doğuştan sahip olduğun mucizeyi kavrarsın.
İnsanların güçsüz, çaresiz, yetenekleri sınırlı, açgözlü ve arsız bir bedeni vardır.
O bedeni alıp bir hücreye kapattıklarında karşısındaki engelleri aşamaz, kilitli kapıları açamaz, parmaklıkların arasından geçemez, duvarların üstünden uçamaz.
O bedenin, zamanı “nerede” geçireceğine bir başka irade karar verebilir.
“Hapishane” dendiğinde, bedenlerinin bu zayıflığını bilen insanlar bu yüzden korkarlar.
Hareket edememe ihtimali onları delicesine korkutur.
Binlerce yıldır insanın içine kök salan bu korkunun yarattığı baş dönmesi, bizim zayıf bedenimizin yanında sahip olduğumuz muhteşem gücümüzü fark etmemizi engeller.
Benim zamanımı “nerede” geçireceğime karar verecek birileri hep vardır, peki benim zamanımı “nasıl” geçireceğime karar verebilecek herhangi bir insan, bir irade, bir güç var mıdır?
Bunun cevabı beni hapishanede bile gülümsetir.
Öyle bir güç yoktur.
İnsanın zamanını “nerede” geçirdiği o zavallı bedeniyle ilgilidir, “nasıl” geçirdiği ise o bedenin aksine tanrısal bir güce, sınırsızlığa, yaratıcılığa sahip zihniyle ve hayalgücüyle ilgilidir.
Hayalgücünüzün imparatorluğunda şöyle bir dolaşın, o bereketli topraklarda Tanrı Zeus’un ya da Tanrıça Hera’nın yapıp da sizin yapamayacağınız ne var?
Hiçbir şey.
Onların yapabildiği her şeyi siz de yapabilirsiniz.
Bunun için Homeros’un hayalgücüne sahip olmanız da gerekmez, insanlığın bütün parlak zihinlerinin yaratıcı hayalgücü sizin hizmetinizdedir. Elinizi uzatıp istediğiniz hayali ödünç alabilirsiniz.
Truva Savaşı’na katılmak mı istiyorsunuz, şehvet delisi Şafak Tanrıçası ile sevişmek mi istiyorsunuz, su perileriyle oynaşmak mı istiyorsunuz?
Yapabilirsiniz.
Borneo ormanlarında Lord Jim’le birlikte çatışmalara girebilir, İstanbul batakhanelerinde Arif Bey’le âlemlere katılabilir, Turgenyev’le Dostoyevski’nin kavgasına tanıklık edebilir, Lady Chatterley’le sevişebilirsiniz.
İstediğiniz kadınla ya da erkekle buluşabilir, istediğiniz yere gidebilir, istediğiniz maceranın kahramanı olabilirsiniz.
Bedenin bizzat katılıp yaşamadığı olayların “gerçek” olmadığını düşünenler çıkacaktır.
“Gerçeklik” onların sandığı gibi olmayabilir.
Adorno, Edebiyat Yazıları’nda Balzac’a ait olduğu söylenen bir anekdot anlatır.
1848 Devrimi sırasında şehir çalkalanırken Balzac odasına girip masasına oturup demiş ki: “Hadi bakalım, gerçekliğe geri dönelim.”
Kendi hayalgücünün yarattığı insanların ve olayların “gerçek insanların” yaşadıklarından daha “gerçek” olduğuna ve daha derin duygular uyandıracağına inanır Balzac bu anekdota göre.
O dönemlerde yaşayan herkes öldü, o insanların hissettiği ve hissettirdiği bütün duygular kaybolup gitti. Ama yazarların hayalgücünün yarattığı karakterler, yarattığı olaylar, okuyanlarda hâlâ “gerçek” duygular uyandırıyor.
Burada, Eski Yunan’dan beri insanlığın zihninde olan “gerçek nedir” sorusuna cevap aramaya çalışmıyorum elbette, ben sadece insanların bedenleriyle kıyaslayarak küçümsemeye yatkın durdukları hayalgücünün “gerçek” duygular yarattığını, hayalgücümüze sığınabileceğimizi ve ona güvenebileceğimizi söylemek istiyorum.
Gerçeklik için bedenimize o kadar muhtaç olsaydık sanat olmazdı; edebiyat olmazdı, roman olmazdı, hikâye olmazdı, sinema olmazdı.
Şimdi düşünün, bir film seyrediyorsunuz… O filmi seyrederken ağlıyorsunuz, gülüyorsunuz, korkuyorsunuz, öfkeleniyorsunuz.
Bütün o duygularınız gerçek, gözyaşlarınız gerçek, kahkahanız gerçek, tüylerinizin diken diken olması, yumruklarınızı sıkmanız gerçek.
Ama bu duyguları yaratan “olay” gerçek değil.
Sizin bedeniniz “seyrettiğiniz” olaya bizzat katılmıyor.
“Gerçeklik” sadece bedenimizle ilgili olsaydı bir roman okurken, bir film seyrederken hiçbir duygu hissetmememiz gerekirdi.
Ama hissediyoruz.
Hayalgücümüz başka bir hayalin içine sızıyor, o hayalin parçası haline geliyor, üstelik sadece hayalgücümüz hayalin parçası olmuyor, bedenini de peşinden sürüklüyor. Beden kendisiyle hiç ilgisi olmayan bir olaya “gerçek” tepkiler veriyor.
Hangisi hangisinin efendisi, duygular mı bedenin, beden mi duyguların?
Hangisi hangisini izliyor, duygular mı bedeni, beden mi duyguları?
Gerçekliği hangisi belirliyor, duygular mı, beden mi?
Duygularımızla bedenimizin birlikte hareket edebildiği zamanlarda bu sorulara ihtiyaç duymayabiliriz, hattâ o zavallı, çaresiz, kısıtlı bedenimizin “efendi” olduğuna inanıp bütün davranışlarımızı onun rahatına ve huzuruna göre düzenleyebiliriz.
Ama biri sizi hapsettiğinde, hiç kıpırdayamayan bedeninizle, sürekli hareket eden hayalgücünüz birbirine ayak uyduramaz hale gelince bu sorular da hayati önem taşır.
Zamanınızı “nerede” geçirdiğiniz bedeninizle ilgilidir, “nasıl” geçirdiğiniz zihninizle.
Hapse giren biri zamanını “nerede” geçirdiğini en önemli sorun olarak görürse, kilitli kapılar, yüksek duvarlar, kalın parmaklıklar arasında çaresizlikle inleyerek ezilip parçalanır.
Öyle insanlar gördüm.
Zamanını “nasıl” geçirdiğini önemserse, hayalgücünün peşinden Binbir Gece Masalları’na karışır, her ânını hücrenin dışında, heyecanla, zevkle geçirir ve hissettiği bütün duygular da “gerçek” olur.
Ben iki yıldır, bir hücrede sivri ve keskin boynuzları olan, gözleri kanlı iri bir boğayla yaşıyorum.
İki yıldır her gün o boğayı boynuzlarından tutup devirmek zorundayım.
Bunu hareket edemeyen, zavallı bir bedenle yapamazsınız.
Bunun için size o boğadan daha hızlı hareket edebilen bir şey lazım: Tek bir an içinde bütün dünyayı gezebilen bir hayalgücü.
Hayalgücü her kapıdan geçer.
Her yere gider.
Ve, zamanınızı “nasıl” geçireceğinizi belirleyecek yeryüzünde hiçbir gücün olmadığını, dokunulmaz bir iktidara sahip olduğunuzu bilmenin muazzam hazzını tadarsınız.
Hapishane, bedeninizi köleleştirirken zihninizi tanrısal bir güce ulaştırır.
Garip bir çelişki ama ben zihnin sınırsız özgürlüğünü, “özgürlüğümü yitirdiğim” hapishanede bu kadar berrak gördüm.
Bir hapishane hücresinde oturuyorum ve size zamanınızı nerede geçirdiğinizden çok nasıl geçirdiğiniz önemlidir diyorum.
Nasıl geçireceğinize de sadece siz karar verebilirsiniz.
Hayalgücünüzün şatosunu kurduğu kayalıklara sizden başkası ulaşamaz. Sizden başka hiç kimse o şatonun yolunu bulamaz.
Zavallı çaresiz vücudunuzu onlara rehin bırakıp şatonuza çekildiğinizde, orada “gerçekliğe geri döner,” zamanı ve hayatı yeniden biçimlendirir, “sahici” duyguları özgürce yaşarsınız.
Avlu sessiz.
Göçmen kuşlar gittiler.
Ama ben istersem geri dönerler.
İşte döndüler bile, neşeyle ötüşüyorlar.
Erkekler dişilere otlar, çiçekler, böcekler, meyve parçaları taşıyor.
Bir tanesi gagasındaki küçük çiçeği düşürdü.
Sessiz avlunun ortasında minik bir çiçek duruyor şimdi.