Yorum | Kerim Balcı
Dünün Türkiye gazetelerinde Konya Başsavcılığı’nın soruşturması kapsamında 124 cemaat mensubu hakkında yakalama kararı verildiği haberi çekti ilgimi. Aslında haberden çok haberde geçen bir kelime: Ümitçi… Başsavcılıktan direk servis edildiği anlaşılan habere göre TSK içindeki askeri personele “ümitçi” pozisyonunda “mahrem imamlık” yapan arkadaşlarımız varmış hala Türkiye’de… Şu son beş yılda Türkiye gazetelerinde cemaat hakkında yapılan haberlerin hiçbirine itibar etmediğim için bunun da ayrıntılarıyla uğraşmadım. Anlaşılan memlekette kalanların ümitlerini kamçılayan, ‘yıkılmadık ayaktayız’ mesajı veren gerçek veya hayali kişiler bu ümitçiler.
Ne yalan söyleyeyim, yapasım geldi. Hem fıtratıma, hem de Hizmet tecrübeme uygun bir işe benzettim, hiç değilse adını. Yurtdışında da kadro var mıdır acaba?
Eskiden Nurcu jargonda “simitçi” denilince “MİTçi” anlaşılırdı. İnşallah bu da böyle bir şey değildir…
Doğrusu şu ki en zor zamanda bile ümidimi kaybetmedim.
Yenibosna’daki binamız, hatırlayanlar bilir, dünyanın dört bir yanından Türkiye ziyaretine gelen heyetlerin uğrak noktasıydı. Bir defasında ABD’den üst düzey bir kadın piskopos gelmişti ziyaretimize, bir hayli kalabalık ekibiyle. O gün yazı yazma günüm olduğundan ev sahipliği yapmak imkanı bulamamıştım. Ne var ki çay almaya indiğimde yanıma yaklaştı ve “Siz Kerim Balcı mısınız, size bir sorumuz var” diye ısrar etti. Net bir soruydu: “Bizler Hocaefendi’nin eğitim ve diyalog söyleminde herhangi bir yenilik göremedik. Bunların çoğu daha önce Doğuda ve Batıdaki pek çok eğitimci, filozof veya din adamı tarafından dillendirilmiş şeyler. Ama hiçbirinin arkasında bir hareket örgülenmemişken, Hocaefendi’nin arkasından milyonların gitmesini nasıl açıklıyorsunuz?”
“Bu sorunun iki cevabı var,” dedim, “Biri beni ikna eder, biri sizi. Birincisi metafizik bir açıklama, ikincisi ise sosyolojik. Bizce Allah bir kulunu sevdi mi kullarının kalbinde o kuluna karşı bir sevgi, bir vüdd vazeder.” Daha cevabımın ikinci yarısına, 80’lerde yaşanan iç göç, yatay ve dikey mobilizasyon, Özal reformları, çevreden merkeze akan köy dindarlığının kentleşmesi, Orhan Gencebay arabeski, küreselleşme ve dijitalleşmenin sağladığı imkanlar bahsine geçememiştim ki piskopos hanım, “Bu cevap bize yeter. Bizce de Allah sevdiriyor. Sosyolojik açıklamayla ilgilenmiyoruz,” deyiverdi.
O gün masama dönerken ne kadar emindiysem Hocaefendimden, yolunun doğruluğundan, koyduğu prensiplerin zamanlar-üstülüğünden, o kadar ve belki daha da net bir emniyetle eminim: Doğru taraftayım ve hüsn-ü akıbet müttakilerindir…
Bu sene Ramazan’ın son haftası yine ABD’den bu defa metafizik düşünceye kapalı olduğunu söyleyen bir akademisyen misafirimiz oldu. Diyalog ve çatışma çözümleri üzerine çalışan Amerikalı Profesör Google taramasıyla bulduğu Dialogue Society’nin çalışmalarını yerinde gözlemlemek istemişti. Geldiğinde Hizmetimizi, Hocaefendimizi hiç tanımıyordu. Dört gün içinde eğitim ve diyalog faaliyetlerinin geçmişini, şimdisini ve gelecek potansiyelini tanıtmaya çalıştık ona. Elbette söz döndü dolaştı 2011’den itibaren Türkiye’de yaşanan çatışmaya, maruz bırakıldığımız zoraki göçe ve dünyanın dört bir tarafında yeniden hayatlar kurma gayretimize geldi. “Belki de yaşanması gerekiyordu bütün bunların,” dedi misafirimiz, “Belki de içinizdeki bu sevginin, bu idealin dünyanın dört bir tarafına yayılması için anavatanınızdan çıkmanız gerekiyordu ve kendi başınıza bırakılsaydınız, bunu yapamayacaktınız.”
Dini yok, dünyası farklı, idealleri bambaşka insanlar bu kervanın bir kutlu hedefe doğru yürümekte olduğunda hemfikir olurlar da ben ümidimi kaybeder miyim hiç?
Yirminci asrın minberinin sahibi “Ümitvar olunuz, şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek gür sada İslam’ın sadası olacaktır!” der de düşer mi ye’se insan?
Ümitçi geldi, ümitçiiiii!
(TR724)