Yorum | Emine Eroğlu
“Hazreti Ömer zamanında bir yangın oldu.” diye anlatmaya başlıyor Hazreti Mevlâna. Sonra kelimelerinin yüzünü bizden yana çevirip devam ediyor:
“Ateş, taşları bile kuru ağaçlar gibi yakmaktaydı. Yapıları, evleri yakmaya, hatta kuşların kanatlarını ve yuvalarını bile tutuşturmaya başladı. Alevler şehrin yarısını sardı. Su bile ondan korkmakta, şaşırmaktaydı! Akıllı kişiler, ateşe kovalarla su ve sirke döküyorlar, yangın inada gelip alevini artırıyordu. Ona Allah yardım etmekteydi.
Halk Hazreti Ömer’e yüz tuttu, koşa koşa gidip, “Yangınımız suyla sönmüyor?” dediler. Hazreti Ömer, “O yangın, Allah alametlerindendir. Sizin hasislik ateşinizden bir şuledir. Suyu bırakın yoksullara ekmek dağıtın. Eğer bana tabi iseniz cimriliği terk edin” diye cevap verdi.
Halk, Hazreti Ömer’e, “Bizim kapılarımız açık. Cömert kişileriz, mürüvvet ehliyiz” diye itiraz etti.
Hazreti Ömer dedi ki,“ Siz, âdet olduğu için yoksullara ekmek verdiniz, Allah için eli açık olmadınız. Övünmek, görünmek için cömertlik etmektesiniz. Allah korkusundan, niyazdan değil!”
Mal tohumdur, her çorak yere atma ki, o aynen yol kesen haydudun eline kılıç vermek gibidir. Din ehlini kin ehlinden ayırt et. Hakla oturanı ara, onunla otur!
Herkes, kendi yakınına cömertlik gösterip mal, mülk verir. Nadan kişi de bu suretle bir iyilik yaptığını sanır.”
ZÜLMÜN YANGINI
Hasislikten çok hissizlik ateşinden bir şuleydi, “ahir zaman yangını.”
Suyun bile ondan korkup çekindiği, akıllı kişilerin aldıkları tedbirlerin yetmediği bir “kötülük nârı”ydı..
Hani, “Ateş sendendir” diyordu ya Fütuhât’ta, Hazreti Muhyiddin. “Kötülüğünle onu tutuşturur, iyiliğinle de söndürürsün. Ateşin yalımını gördüğünde hızla kaçarsın. Halbuki zulmünle onu sen inşa etmektesin.”
Yürek yakanlar yaktıkları yüreğin ateşini, kan dökenler tüm insanlığı öldürmüşlüğün ateşini, susanlar zulme rıza göstermişliğin ateşini toplayıp gelmiş, eşi benzeri görülmemiş bir yangın çıkarmışlardı.
Halk, içine öfkelerini, şehvetlerini, iftiralarını attıkça ateş yükseldi. Muhabbetin çekildiği yürekleri kuru kütükler gibi tutuşturdu.
Tüm ülkeyi sardı, etrafa yayıldı.
Hicaz’daki kıvılcımlar Basra’daki develerin boyunlarını aydınlatacak hale geldi. Yangından öyle bir duman çıkıyordu ki, içinde kalanlar zükkam (ahir zaman nezlesi) oluyor, burunlarını silmekten başka bir şey yapamıyorlardı. Çevrelerini göremiyor, etraflarına bakamıyor, hadiselerin hikmetlerini okuyamıyor, yananlardan haberdar olamıyorlardı.
ZAMANIN NEMRUTLARI
Yangını başlatanlar zamanın Nemrutlarıydı. “Zulmü âdet haline getirdikleri için üzerlerine azap salıverilmiş,” (Araf, 162) hodendiş putperestler.
Allahu tealâ, hâşâ, Allahlığını onlara vermiş gibi davrandılar.
Dünyayı, önüne geleni yutmak için mekan, güreş tutmak için meydan, kendini satmak için pazar sandılar.
Yol kesen haydutların ellerine kılıç verdiler. Din ehli olamadıkları için kin ehli oldular. Hakla oturanların canlarına ve mallarına kast ettiler.
Onlara lazım olan bir damla suydu, deryayı kirlettiler.
Bir dâne için ambarı yele verdiler.
Canını aldıklarının ömrünü de alacaklarını sandılar. Yoksulun sofrasından ekmeğini çaldılar.
Âlemi bîzar ettiler.
“Hak sillesinin ne sedası, ne devası, ne de davası olur…” der erenler. Ateşin ta kendisi olduklarını, kıpkızıl korlara dönüştüklerini görmediler. Görmediler, konuşurken ağızlarından saçılan ejderha yalımlarını… Kendi eşlerinin, çocuklarının tutuşup yandığını.
Masumiyet, o zalim kavmi çoktan terk edip gitmiş, mahiyeti “odun” olanlar yana yana kül olmuştu.
SEMENDER TIYNET OLANLAR
Hakikat yolcularına gelince…
Onlar için kaderin tayin ettiği bir “sınanma”ydı zulmün ateşi.
Odunu kül eden aynı ateş deneyimi, insan olanı kul ediyor; ancak pervâne gibi yanan, yanmada derman bulanlar kötülüğün hararetinden korunabiliyordu.
“Ölümden daha büyük acılar tadanı ölümle korkutamazsınız.” diyordu, Meriç’ten geçip gelen bir dost. “Kim bilir kaç kere ölüp ölüp dirilmiş olanı hapisle, işkenceyle, açlıkla tehdit edemezsiniz.”
Madem, İbrahim meşrep olanlar, yani kâmil bir imanla “hasbünallah” (Allah bize yeter!) diyebilenler için ateşe ezelde verilmiş, “Serin ve selametli ol” emri vardır.
Ve madem “nar nuru yakmaz”, öyleyse nuraniyet ancak ateşle tecrübe edilebilir. Hazreti Mevlânâ’nın “Ateşe gir de ateş içinde gül ve yasemin bulan İbrahim’in sırlarını gör,” dediği… Seyyit Nizamoğlu’na aşikâr kılınan sır bu olmalı:
Eğer aşık isen yare
Sakın aldanma ağyare
Düş İbrahim gibi nâre,
Bu gülşende yanar olmaz!
GÜL BAHÇESİ
Tasavvuf dilinde gülşen (gül bahçesi), fethedilmiş, yani açılmış, Allah’ın esma ve sıfatlarının tecellisine uygun hale gelmiş kalp anlamında kullanılıyor.
Kendi derdi yâdına gelmeyenlerin, ciğerleri ıstırapla, aşkla, başkalarının derdiyle yana yana büryan olanların gönül bahçesi.
“Hak ile hâk olanlara
Kendi özün bilenlere
Dost yolunda ölenlere
Kan pahası dinar olmaz.” diyebilenlerin.
Ateşin şiddetinden deryaların tutuştuğu bir zamanda tulumbasını alıp imdada koşanların…
Öyleyse meşrebi haliliye olanlar ekmek dağıtsın yoksullara. Hakikate, ateşe atılıp gül bahçesine düşenler şahitlik etsin.
Bu yangını su değil, ancak iyilik söndürebilir.
(TR724)