YORUM | EMİNE EROĞLU
Halime Gülsu ve Esma Uludağ’a…
İkinizi de tanıyor gibiyim. Öyle aşina ki iklimleriniz…
Size dair bildiklerim, kalbimin bildikleri. Binlerce kardeşimin kendi yaşantılarıyla şahitlik ettikleri.
“Gözsüzlere pinhan” olsa da, âleme bildirdikleri…
Genceciktiniz. Gözü yaşlı ama mütebessimdiniz.
Tertemizdi simalarınız…
KENDİNİZ OLMAKTAN VAZGEÇMEDİNİZ
Dünyayı daha yaşanılır bir yer haline getirmek için sarfettiğiniz çaba gürültüsüzdü.
Gitmeye hazırlanan bir misafir gibi yükte hafif, toprağa yakın yaşadınız.
Hiç alkış beklemediniz. Kimseye diyet borcunuz da yoktu.
İyiliği çoğaltmak için sergilediğiniz çaba kötülüğün taarruzuna uğradığında yolunuzdan dönmediniz.
Suçlandığınız şey olmadığınız çok aşikardı, ama sizi savunan çıkmadı.
“Şerrin mekaniği”ni bilmediğiniz için, kötülerin sizden ne istediğini anlamadınız. Size düşmanlık etme konusunda nasıl bir dil ve eylem birliği halinde olduklarını da…
Geri çekilmediniz.
Zulüm şiddetini ne kadar artırırsa artırsın vazgeçmediniz kendiniz olmaktan.
Durup seyretmediniz.
Bütün sertlikleri sessizce bağrınızda eritiyor, üslubunuzdan taviz vermiyordunuz.
Cefadan usansanız da cefa etmiyor, hiçbir vasfınızla size gadredenlere benzemiyordunuz.
Evvelden beri “başka türlü”ydünüz de Süfyaniyet çağıyla sınanacağınızı henüz bilmiyordunuz.
MAŞERİ VİCDANA GÜVENİYORDUNUZ
“Medenilere galebe çalmak ikna iledir” diyordu ya Üstadınız. Karşınızda medeniler yoktu. Batılı hak, hakkı da batıl gösteren aldatıcılarla, hakkı ve batılı birbirinden ayırd edemeyen ahmaklar arasında kalmış gariplerdiniz.
Hakikatli cümleler kurmaya, hem uyarıcı hem hatırlatıcı olmaya çalıştınız, fakat faydası olmadı. Siyasetin şamata ve gulgulesinde yitip gitti sesiniz.
Günahı asrın gereği olarak görenler, sizin asr-ı saadete aşk derecesindeki bağlılığınızdan rahatsız oldular.
Yolunuzu tıkadılar. Canınızı yaktılar. Size kan kusturdular. Sükunetinizi bozmadınız.
Yok edilmeye çalışıldıkça parladı cevheriniz.
“Herkes kendi karakterinin gereğini sergiler” diyordunuz soranlara. Islaha kabil olan herkes ıslah olsun istiyordunuz.
Kalbe giden tüm yollar tıkalıydı, ama siz hala maşeri vicdana güveniyordunuz. Duygularınıza takılıp kalmıyor, amelinizi neticeye bağlamadan iradenin hakkını vermek için çabalıyordunuz.
GELECEĞİN İKLİMLERİNDE DOLAŞIYORDUNUZ
Size gadredenler Efendimiz aleyhisselatü vesselamın üzerine işkembe koyan müşriklerle aynı kumaştandı.
Bilal-i Habeşi’ye “Kara karga” diyenlerle aynı üslupla yaftalıyorlardı sizi.
Hazreti Hatice gibi, maddi manevi mahrumiyetleriyle hırpalansanız da yüreğinizi mazlumlara mekan kılıyor, imkan ve kabiliyetlerinizi seferber ediyordunuz.
İçli köfteler yapıyor, alan olursa parasını mahpus yakınlarına gönderiyordunuz.
Oysa siz de mağdurdunuz.
Sermayeniz hünerinizdi. Elinizde avucunuzda bir şey kalmamış olmalı ki artık kendinizden veriyordunuz.
Uhud’da Nesibe, Kerbelâ’da Zeynep’tiniz de “Güzel netice müttakilerindir.” (A’râf 128; Kasas 83) ayetine iman ederek hâlin kaosundan kurtuluyor, geleceğin iklimlerinde dolaşıyordunuz.
YÜRÜYORDUNUZ
Bir yandan yürüyordunuz. Yollar çamurlu, sular taşkındı.
Yürüyordunuz, yükünüz ağırdı.
Çocuklarınızı güvenli bir limana ulaştırmak için yürüyordunuz.
Ruhunuzun ufkuna yürüdüğünüzün farkında gibiydiniz.
“Rabbimiz çok büyük ve biz O’nun kudretine dayandık.” diyordunuz, gözyaşlarınız yanaklarınızdan yağmur gibi süzülürken.
Ağlayarak babasının üstünü başını temizlemeye çalışan Hazreti Fatıma’ya, “Üzülme kızcağızım, Allah babanı zayi etmeyecektir.” diyen Efendimiz aleyhisselâtü vesselâmı hatırlatıyordunuz.
O kadar güzel, o kadar berraktınız.
MASUMDUNUZ
Zulmün son perdesiydi masumiyetle savaşmak.
İyiliğe karşı savaş açanın kazanma ihtimali olsa da, kimse masumiyet karşısında galibiyetini ilan edemezdi.
Çünkü masumiyetle savaşmak, hamile kadınlarla, kundaktaki bebeklerle savaşmak demekti. Silahını hastalara ve yaşlılara doğrultmak. Çocuklarını emanet ettiğin öğretmeni “terörist” diye karalamak. Tankla güvercin avına çıkmak demekti.
Adını, kadın ve çocukları öldüren Amnofis’le, Ashab-ı Uhdut’la, Yezid’le yan yana yazdırmak demekti.
Vicdan ki masumiyetin dilinden kaçamazdı, bunca mazlum maşeri vicdanı uyandıramazsa hiçbir şey uyandıramazdı.
Allah savunmasız kalan masumları birer birer yanına alır, zalim kavimleri de aç kurtlar gibi birbirlerini yemeleri için mühürlenmiş kalpleri ile baş başa bırakırdı.
GÖÇMEK İÇİN BAHARI BEKLEDİNİZ
Öylece aldı sizi Rabbiniz.
O azgın güruhun kabalığına, hoyratlığına dayanamayacak kadar inceydiniz.
Hayatla ölüm arasında defalarca gidip geldiniz.
Ömrünüzün baharındaydınız ve bir bahar özlemiyle yaşıyordunuz ya, göçmek için baharı beklediniz.
Tabiat gayb aleminden şehadet alemine doğru açılırken, siz şehadetten gayba açıldınız.
Zalimlerin adlarını hesap defterine kim bilir kaçıncı kez “katil” diye yazdırdıklarına dönüp bakmadınız. Rabbinizin vaadleri karşısında sermesttiniz.
Aylardan Şaban’dı. Miraç’tan sonra Beraat’ti.
“Masumiyetin sızısı”nı bıraktınız, susmamış vicdanlara.
Dünya ile ukba arasındaki o incecik perdenin öbür tarafına geçtiniz.
(TR724)