Romanya Haber

Hainler ve Kahramanlar! Esma, Halime, Şerife…

Yorum | Naci Karadağ

Üç kadından bahsedeceğim size bugün.
Üç Türk kadını, üçü de Müslüman, üçü de anne…
Önce kahramandan başlayayım…
İsmi Şerife Boz. 51 yaşında…
Torun sahibi. Eşi hafriyatçı, bir AS 950 kamyonları var…
Havuz medyası onu, “Darbecilere karşı kamyonuyla halkı taşıyan kamyoncu abla” diye tanıttı.
Kamyonda direksiyon başında oturan çarşaflı bir kadın görseli süslüyordu bu haberleri.
4 Levent’te ikamet ediyordu… Öncesi çok önemli değil ama 15 Temmuz Şerife Hanım ve Boz ailesi için bir kırılma noktası oldu.
Birbiri üstüne röportaj talepleri geldi. Kamyonlarına çıkıp poz üstüne poz verdiler. Gururla duruyordu kamyon direksiyonunda Şerife Bacı…

Ardından bir belgesel çekti Diyanet TV… Biraz yuvarlak konuşuyordu ama Anadolu kadınından belagat beklemezdi elbette kimse.
Sonra konferanslar başladı.
Büyük illerden en ücra ilçe belediyelerine kadar istisnasız hepsi davet etti Şerife Boz’u…
Soru tekti: O geceyi anlat…
Biraz bulanık hatırlıyor, bir dediği bazen diğerini tutmuyordu ama bunun çok fazla önemi yoktu. Elinde kapı gibi darbe gecesi çekildiği söylenen bir fotoğraf vardı.
Adına geceler düzenlendi…
Gazi maaşı bağlandı doğal olarak. İstanbul Belediyesi kamyonunu iyi paraya satın aldı..
Müze yapıldı kamyon.
Sergilendi şehir şehir. Direksiyonda Şerife Bacı’nın, kamyon damperinde vatandaşların heykelleri vardı.
Özel şoförler yollanıyordu kamyonuyla köprüye, darbeye karşı halkı taşıyan bu kahraman kadın için. Belli bir ücret karşılığı gidiyordu konferanslara. Aldığı hediyelerin, plaketlerin haddi hesabı yoktu.
“Arabam parçalansın devletim için bayrağım için önemi yok” diyordu konferanslarında.
Bir konuşmasında, “İlk gece kamyonsuz gittim” filan diyecekti ki, uyarıldı ve artık öyle konuşmadı.
Belgeselde ise eşinin namazdan gelip dışarı fırladığını bunun üzerine kendisinin de kamyonu aldığını söylüyordu nedense!
Yandaşlar yere göre sığdıramıyorlardı. Bir abartmadır, köpürtmedir alıp başını gidiyor ve Şerife Hanım her geçen gün daha bir kahraman hissediyordu kendini..
Gittiği her yerde çelenklerle heyetlerle karşılanıyordu.
“Tekbir, salavat getirerek araca bindim. Sokağa çıktığımda ekmek almaya giden, kuyruğa giren insanları gördüm ve kızdım. Onlara, ‘Ekmeksiz yaşanır ama vatansız yaşanmaz’ dedim. Bir anda aracın kasası ve her yeri doldu” demişti bir gazeteciye.
Hatta hızını alamıyor ve şu lafları da söylüyordu konferans ve basın röportajlarında: “Allah beterlerinden korusun. O rütbeli askerler benim kadar azimli olamazdı. Savaş da olsa hazırım, göğsümü gere gere yine giderim.”
Nene Hatun sanki bu çağda dirilmiş Şerife Hanım diye görünmüştü!
Gaziler iftarında Şerife Hanım’ı yanına çağırıyordu Cumhurbaşkanı Erdoğan. “O gece cesaretin neydi öyle?” diyerek Boz’u gösterdiği cesaretten dolayı kutluyordu. Şerife Boz da, “Allah’ım herkese o gece cesaret verdi. Korkuyu içimizden aldı, o zalimlere verdi. Geleceğimiz için, özgür bir Türkiye’de yaşamak için vatanımıza sahip çıkmaya çalıştık” yanıtını veriyordu.
Konferanslar, söyleşiler, her gittiği yerde büyük ilgi görüyordu. “Ünlü olmak hoşuma gitti” diyordu Habertürk’e verdiği röportajda…
Temsili darbe meydanına kamyonla halk taşıma programları yapılıyordu artık.
AS-950 bulamayanlar Massey Ferguson Traktöre doluşup boğaz köprüsü niyetine şehrin taş köprüsüne gidiyorlar, alçak vatan hainlerini püskürtüyorlardı Şerife Bacı’nın önderliğinde!
Hakan Şükür gibi hainlerin (!) isimlerini tabeladan söken iktidarımız Şerife Hanım’ın ismini resmi kurumlarına veriyordu artık. Kız öğrenci yurtları, okullar filan Şerife Bacı isimlerini alıyordu.
İsmi bir anda “kamyonuyla tankı durdurmaya giden abla” olarak kazınmıştı!
Ve Erdoğan erken seçim kararını açıklayınca film koptu.
Bu pespembe rüya Şerife Hanım için adeta kabusa dönmeye başladı ne yazık ki.
Alınan erken seçim kararı sonrasında, bunu da fırsata dönüştürmeyi düşündü Boz ailesi. Şerife Hanım milletvekilliği için adaylığını açıkladı ve başvurdu. Aslında anasının ak sütü gibi helaldi ona vekillik!
Eğitimi yok ama neyi eksik ki diğer aday adaylarından?
Kahramanlık onda, iman onda, cesaret onda.
Tayyip Bey başta olmak üzere tüm devlet erkanıyla beraber hatıra fotoları vardı.
Medyada yer alan haberlerini toplasak bir damperli kamyona zor sığardı.
‘O olmasın da ben mi olayım yani?’, denilebilecek bir durumdu Şerife Boz’unki!
Ancak siyasetin farklı ve acımasız bir dünyası vardı.
Çok zalim bir alem siyaset alemi ve namaz kılmak günde beş kere farz kılınmışken müminlere, yalan söylememek 24 saat farzdı..
Şerife Hanım’ın aday adayı olmasına bile tahammül edememişti bazıları ve çatlak sesler çoğalmaya başladı.
Birisi “ehliyeti yok, ehliyetini göstersin” dedi mesela. Ama cumhurbaşkanının diploma meselesini çok iyi bilenler için ehliyetin ne önemi olurdu ki?
Röportajlarını inceleyen birileri, saat kaçta çıktığından tutun da, hangi gece çıktığına kadar düzinelerce tutarsızlık çıkardı kendi söylemlerinden.
Bir fotoğraf veriyordu basına. Flu ve nerede çekildiği belli olmayan. İddiasına göre burası köprüydü. Ne deniz vardı, ne köprü görüntüsü ama yalan söyleyecek değildi Şerife Bacı!
Kamyonu eşinin kullandığını ve olayın birkaç gün sonra yaşandığını yazanlar oldu. Görgü şahitleri vardı. İddiaya göre Şerife Hanım, hatıra fotoğrafı çektirmek için direksiyona oturmuştu ama medya öyle haber yapınca kimseyi yalancı çıkarmak istememiş, ardından o yalanın peşinden kendi de sürüklenmişti.
Şerife Boz bir kahramandı. AKP Türkiye’sinin adını altın harflerle kendi tarihine yazdığı bir kahraman. Yandaş kalemler bunu övünerek yazıp çiziyor zaten.
Aday gösterirler mi, gösterilirse seçilir mi bilemiyorum. Zaten derdimiz milletvekilliği, seçim filan değil.
NAZİK KALBİ DAHA FAZLA DAYANAMADI
Şimdi başlıktaki iki hainden(!) ilkine geçelim…
Ama önce geçmişe kısa bir yolculuk…
İlk Müslüman olanların on sekizincisinin ismi Esma’ydı. Hz. Ebu Bekir Efendimizin kızı Hz. Esma. Daha çocuktu İslam ile şereflendiğinde. Resulallah (sav) hicret için evlerine geldiğinde, erzakı bağlamak için ip bulamayınca kendi kuşağını çözüp verdi ona. Bu nedenle Peygamberin, “Allah bu kuşağının karşılığında cennette sana iki kuşak versin” diye iltifat etmesi üzerine “Zâtünnitâ­kayn” (iki kuşaklı) lâkabını almıştı.
Efendimizin hicretinde önemli rol oynadı Hz. Esma…
Hz. Peygamber (sav) ve Ebû Bekir’in (ra) üç gün saklandıkları Sevr mağarasına geceleri yemek taşıdı sıska bacaklarıyla. Saatlerce yürüyordu Hicret için…

Esma Uludağ ise 32 yaşındaydı.
Eşi insanlık tarihinin son soykırımından nasibini alanlardandı. Bu sebeple ülkeden çıkmıştı.
2007 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Fizik Bölümü’nü dereceyle bitirmiş, ardından yüksek lisansla yetinmemiş bir üniversite daha okumuştu. Öğretmendi, fizik öğretmeni. Anne olmasına rağmen bir yüksekokuldan daha başarıyla mezun oldu. 8 yaşında bir oğlu, 4 yaşında ve 38 günlük iki kızıyla hayata direniyordu. İşinden atılmış, dışlanmış, çocuklarını doyuramayacak noktaya gelmişti.
3 ay hapis yattıktan sonra denetimli serbestlikle tahliye olan Esma Uludağ’ın evine defalarca baskın yapılmıştı.
Eşi onu Yunanistan’da bekliyordu. Bin bir zorlukla sınırı geçti Esma ve çocukları. 10 saate yakın dağ taş demeden ayazda yürüdü Uludağ ailesinin bu fertleri. Minik Müşerref Zümra artık dayanamıyor mütemadiyen ağlıyordu. Ayaklarını artık hissetmeyecek kadar kötüydü. Buna rağmen gülümsüyordu Esma.
Kendilerine bunca zulmü yapanlara lanet okumayı değil, geleceğe dönmeyi ve tebessümü tercih ediyordu.
Kalbi yarı yolda bıraktı hayatının baharındaki bu kadını. Eşine kavuşamadan ruhunu teslim etti Rahman’a yürüdü.
Geride gözü yaşlı üç çocuk, yüreği yangın yeri bir eş bırakarak!
HANGİ ZALİM BUNU DÜŞÜNÜR Kİ?
Gelelim son haine(!). Ama yine biraz geriden alarak…
Halime süt annelik yapmıştı Fahr-i Kainat’a (sav)…
Ailesi ona bu yüzden ismini vermişti, Halime Gülsu’nun.
İngilizce öğretmeniydi. KHK ile işinden atılıp, ekmeğinden edildiği yetmiyormuş gibi, evi sıklıkla baskına uğruyordu. Azılı terörist muamelesi yapılıyordu Halime Öğretmene.

Mersin’in zalim yöneticileri vardı.
5 Şubat’ta terör polisleriyle operasyon yapan Mersin Emniyeti, mağdur ailelere yardım için içli köfte yapıp satarak gelir sağlayan 80 ev hanımını gözaltına almıştı. Bunlardan biriydi Halime Öğretmen. Hastaydı üstelik.
Hakim dinlemedi bile, doktor umursamadı. Cezaevi yönetimi acımadı…
7 kişilik koğuşa atıldı ve 21 kişiyle kalmaya başladı. Krizler geliyordu hastalığından dolayı. Bırakın tahliye etmeyi ilaçlarını bile vermiyordu cezaevi yönetimi.
Hastalığının adı, Sistemik Lupus Eritamatozus (SLE) idi. Deri, eklemler, kan, böbrekler ve merkezi sinir sistemi olmak üzere vücudun farklı organlarını etkileyebilen kronik, otoimmün bir hastalıktı bu illet. İlaçlar alınmazsa zaten bitap olan bağışıklık sistemi tümden devre dışı kalıyordu.
15 günlük gözaltı süresinde hiç ilaç vermediler Halime Öğretmene.
Üstelik çocukları dışarda kimsesiz kalmıştı.
Gülsu, rahatsızlığından dolayı 20 Şubat’tan sonra iki kez komaya girdi, bir defasında da dili boğazına kaçtı. Tüm bunlara rağmen cezaevinde tutulmaya devam edildi. Halime Gülsu cezaevindeyken ağırlaştı, koğuş arkadaşlarının baskısına direnemeyen cezaevi yönetimi 25 Nisan’da hastaneye götürdü onu.
Hastane yetkilileri tedavi etmek yerine, ağrı kesici verip tekrar hapishaneye yollamakta sakınca görmediler. Vicdanları olsaydı belki paslı filan diyebilirdik ama en ufak bir vicdan emaresi göstermediler.
Perişan halini gören çocukların etkilenmemesi için, üst ranzaya taşımalarını istedi cılız bedeninin. Ölüme doğru hızla giderken bile çocukları düşünüyordu Halime Anne!
Nasıl bir zihniyet, ölümcül bir hastayı gece saat 02:15’te hücreye götürmek üzere taburcu edebilirdi ki?
Hapishanede tekrar ağırlaştı ve acile götürdüler bu sefer.
Naif bedeni ile beraber ruhu da pes etmişti artık.
O da Hakk’a yürüdü sabaha karşı…
Bir hain daha eksilmişti iktidara göre!
Esma, Halime, Şerife…
Çağımızın üç kadını.
İkisi öldü, biri yaşıyor…
İkisi hain, biri kahraman…
Ve bu ülkede hala belalar sağanak halinde yağmıyor…
Şaşırıyor ve göğe bakıyoruz anlamlandırmaya çalışarak!
(TR724)