YORUM | EMİNE EROĞLU
“Recep tövbe, Şaban muhabbet, Ramazan Hakk’a yakınlık ayıdır.
Recep hürmet, Şaban hizmet, Ramazan nimet ayıdır.
Recep ayında iyilikler kat kat artar. Şaban ayında kötülükler kalkar. Ramazan-ı şerifte ikram ve ihsana ulaşılır.’’
Seyyid Abdülkadir Geylânî (Gunyetu’t Talibin)
İşte, dairesel zamanın kara delik çekimleri, meteor yağmurları arasından geçip üç ayların“koruma kalkanı” içine girdik, çok şükür. Ya da üç aylar, başka bir zaman buudundan çıkıp fani zamanımızın üzerini bürüdü; ona sonsuzluk renk ve desenleri ekledi.
Biz, Şeyh Galib’le yek nefes olmuş,“Yâ Rab ne intizardır bu/ Geçmez niçe rüzgârdır bu/ Hep gussa vü hâr hârdır bu /Ol pâdişehin peyâmı yok mu?” derken, yani “Ya Rab, bu ne bekleyiştir? Geçip gitmeyen nasıl bir zamandır? Nasibimize hep dert, hep elem düşmektedir. O padişahtan bir haber yok mu?” diye sorarken sürpriz lütuflarıyla çıkageldi.
“Kadem bastın gönül tahtına, sultanım, safâ geldin!” (Alvarlı Efe Hz) nağmeleriyle karşıladığımız, geçen yılların Recep, Şaban ve Ramazanları değil; yepyeni, biricik, üç katmanlı bir rahmet paketi.
Bakışlarımızı ona odaklayabilir, “dünyalı” olmaktan sarf-ı nazar edebilirsek bu nurani zaman helezonu içerisinde bir iç aydınlığına erişebilmemiz, melekleşmeyi tecrübe edebilmemiz mümkün. Üzerimizdeki kasvetten kurtulabilmemiz de…
KALBİN VE RUHUN DA BAKIMA İHTİYACI VAR
Üç aylardan nasibi, kalbinin büyüklüğü kadar insanın. Getirdiği hediyeler, o kutlu zaman dilimini kaçırılmayacak bir fırsat bilenler; ondaki varidatı, olması gereken yerle olduğu yer arasındaki boşluğu kapatma adına değerlendirenler ve vaad ettiklerine talip olanlar için.
Kalbin ve ruhun da bakıma ihtiyacı olduğunu unutmayanlar, Rabb’ini hoşnut etme adına dişini sıkıp sabredenler için.
Yoksa kendi sığlığında kalmakta direnenler için hiç değil…
Doymayan midelerin insan onurunu nasıl yuttuğu bu kadar aşikar, sefahate açılanların sefalete de açıldıkları sadece gözsüzlerden pinhan iken…
İnsanın böyle bir “şahsiyet yutuluşu”ndan kendini kurtarabilmesi için, hayatında rahmet tecellilerinin izlerini sürmeye ihtiyacı var. Hiç vazgeçmeden… Yaralarının kudret eliyle nasıl sarıldığını gözlemlemeye. Manevi tecrübelerini bir tanışıklık ve aşinalığa dönüştürmeye.
Rabbini “cezalandırıcı” değil, “şefkatiyle kuşatıcı” olarak tanımaya. En çok da karanlığın içindeki aydınlığı, celal tecellilerinin içindeki cemali görmeye.
Şeklini de şemalini de, kabiliyetlerini de kusurlarını da varlık aynasında seyretmeye.
Kendine sanatkârının biçtiği değeri biçmeye. Mağduriyetlerini ezilmişliğe değil, duaya dönüştürmeye.
Yani teveccühe teveccühle mukabele etmeye; Recep, Şaban ve Ramazan’ın, Regaib, Miraç ve Beraat’in kadrini bilerek Kadir gecesine erişmeye…
BİZ GALİBA HASTAYIZ!
Hani Hazreti İbrahim, babasına ve kavmine, “Ben galiba hastayım!” (Sâffât, 89) derken bedensel hastalığı kast etmemiş, “Ben sizin tavır ve davranışlarınızdan hastayım.” demek istemişti ya… Bu manada tevhid ve ihlas çizgisinden ayrılmamaya azmetmiş, yani ki “elinde kor taşıma”yı göze almış herkes hasta.
Gece gündüz put yontan Âzerler; hayatı, ölümü ve rızkı kendinden bilen Nemrutlar; putlarını devrilmiş görünce putperestliklerini değil İbrahimleri sorgulayan cahil yığınlar; sebepleri tanrılaştıran, batıp gidenleri seven müşrikler; masumları yakan ateşe odun taşıyan işbirlikçiler; ateşin içinde yananları seyre koşan muhterisler ya da görmezlenen korkaklar bizi hasta ediyor.
Hazreti Eyüb’e “Ya Rabbi, zarar bana dokundu, Sen Erhamü’r Rahimin’sin.” dedirten hastalık, Hazreti Yakub’un gözlerine perde indiren hasret, Hazreti Meryem’i bir hurma ağacına yaslanmaya sevk eden doğum sancısı neyse, bizi üç ayların iklimine açılmaya çağıran hüzün ağrısı da o.
Kandiller, istersek Cenab-ı Hakk’a yakın olabileceğimizin, rahmetine liyakat kesb edebileceğimizin vicdani bilgisi ile dolu. Onlara melekler bile rağbet ediyor, rağbet edenler melekleşiyor.
HÜZÜN SİMYASI
İçinden geçtiğimiz bunca acıyı üç ayların ve kandillerin bereketiyle manevi bir doğuma dönüştüremez, gözlerimizi oruçla uhrevi alemlere açamaz, kalp ve ruh yaralarımızı kardeşlikle iyileştiremezsek bir fırsatı daha heder etmiş olacağız. Zira ne hapistekinin imtihanı bitiyor, ne hicrettekinin. Ne geride kalan akıbetinden emin, ne yola düşen…
Aylarca biriktirdiğimiz kederler, iltihap gibi içimize işleyip sürekli kanırtıldığında değil, o kutlu zaman dilimiyle mayalandığında bir “simya” tesiri gösteriyor.
Marazi bir duygusallığa sürüklenmezse, yaraları ışımaya başlıyor insanın.
Kovulmuşluklar, atılmışlıklar, yutulmuşluklar merhametten ayrılmadığı, adalet talebinden vazgeçmediği sürece mağdurun mükerrem varlığını saflaştırıp derinleştiriyor.
“Buğday başağı Âdem’e tuzak oldu da varlığı, insanlara başak kesildi.
Musa, ateş elde etmek için gitti. Öyle bir ateş gördü de ateşten vazgeçti.
İsa, düşmanlardan kurtulmak için kaçtı. O kaçış onu dördüncü kat göğe ağdırdı.”
dediği gibi Hazreti Mevlânâ’nın, eşyanın bağrında saklı hikmetler, hadiseler çalkalandıkça açığa çıkıyor.
Sabredenler için, ateşe atılma tecrübesi bile nasıl bir kuvvete dayandığınıza ve kimin hesabına hareket ettiğinize işaret eden bir ikram oluyor.
Ve işte o zaman hüzünler kulübesi saraylara, dertler dermanlara değişilmiyor.
Hâmiş: Ben de Üstadım gibi, üç aylarınızı “ruh u cânımla” tebrik ediyor, hakkımızda seksen sene manevî bir ömr-ü bâki kazandırmaya vesile olmasını diliyorum.
(TR724)