Romanya Haber

Devlet Müftüleri ile Hesaplaşma Ahirete Mi Kalacak?

Yorum | Ahmet Kurucan

Allah selamet versin Mümtaz’er Türköne’ye ait bir tespitti, mealen şu istikametteydi beyanları: “Bu dönem, Hayrettin Karaman gibi parti müftüleri ile hesaplaşmadan kapanmaz.” İlginçtir; Google gibi arama motorlarında yaptığım onca aramaya rağmen bu mealdeki cümleyi bulamadım. İhtimal her şeyin sıfırlandığı gibi o da sıfırlananlar arasına girmiş.

17/25 Aralık sonrası “Yolsuzluk hırsızlık değildir” fetvası gibi fetvaların havalarda uçuştuğu dönemde yazmıştı bu tespitini Hoca. Ben de onlarca yazımda bu görüşü destekledim. Kaldı ki Hoca yalnız da değildi. Benzeri cümlelerle aynı noktaya vurgu yapan onlarca insan çıktı. Ali Bulaç’ın “Dindarlığın içini boşaltıyorlar.” cümlesi aklıma gelen ilk örneklerden biri. Ben bunu acizane bir adım daha ileri götürmüş, “Dindarlığın değil dinin içini boşaltıyorlar” demiştim. O günlerden bugüne ilerleyen zaman, bu tespitlerin içinin ne kadar dolu olduğunu acı acı gösterdi, gösteriyor ve gidişata bakılırsa göstermeye de devam edecek.

Fakat, devletin kendi vatandaşına kullandığı orantısız zulümle uzayıp giden yıllar ve bu yıllar içinde Türkiye insanının göstermiş olduğu teslimiyetçi tavır bana şimdilerde şunu dedirtiyor; verdikleri fetvalarla devletin yaptığı zulümleri meşrulaştıran parti müftüleri–bence artık mertebe kat’ ettiler, onlara devlet müftüleri demeliyiz- ile hesaplaşma en azından bu dünyada olmayacak gibi. Bir başka tabirle, Mümtaz’er Hocanın söylediğinin tam aksine bunlarla hesaplaşmadan bu dönem kapanacak ve ihtimal hesaplaşma ahirete kalacak.
Neden böyle düşünüyorum?
Savaş Genç söyledi; “17/25 dosyasının gerçek ve somut delilerle ispatlanmış, cumhuriyet tarihinin en büyük rüşvet ve yolsuzluk davası olduğu ortaya çıktı ama toplumda en ufak değişim olmadı.” Ben de aynı düşünceye evrildim. Bugün itibariyle öyle bir kanaat hasıl oldu ki bende, bu iktidarın akl-ı selimin, fıtrat-ı sâlimenin kat’i surette kabul etmeyeceği, edemeyeceği hırsızlıktan çok daha büyük yanlışlıkları bütün çıplaklığı ile ortaya çıksa yine bir itiraz olmayacak.
Neden?
İşte en can alıcı soru bu. Onlarca sebep sıralayabilirsiniz. Bunlardan en önemlisi bana göre, devlet müftülerinin hala bir propaganda makinası gibi çalışmaları, gerek TV ekranları gerek gazete köşelerindeki yazıları ile mevcut durumu meşrulaştırmalarıdır. Aslında ben buna meşrulaştırma değil sui istimal diyorum. Bir örnek vereyim ki zaten okuduğunuz yazıyı yazmaya beni sevk eden sebep de o. Geçenlerde bizim İlahiyat canibinde neler oluyor diye uzunca bir aradan sonra bazı konuşmaları dinledim ardı ardına. İlahiyat fakültelerinden birisinde tefsir hocalığı yapan bir akademisyen, Hz. Ebu Bekir dönemindeki “Ridde Savaşları” diye tarihe mal olan hadiseleri anlatıyor. Malum o hadiselerin çıkış sebebi; bazılarının “Biz namaz kılarız ama zekat veremeyiz” demeleri ile başlıyor. Bazıları bunu dini ve itikadi bir mevzu gibi ele alsa da, Hoca doğru bir tespitle bunun siyasi ve tarihi bir mesele olduğunu söylüyor. Buradaki temel sorunun Hz. Ebu Bekir başkanlığındaki devletin otoritesini kabullenmeme olduğunun altını çiziyor.
Pekala bu durumda ne yapılır?
Diyor ki Hoca mealen; Hz. Ebu Bekir gibi yumuşak fıtratlı bir insan sanki aslan kesiliyor ve ‘Hz. Peygamber döneminde verdikleri zekatı bana vermezlerse savaş ilan ederim’ diyor; bunun karşısında Hz. Ömer gibi âteşîn fıtrat ise, tam aksine sadece zekat vermemelerinden hareketle Müslümanlara savaşamazsın tezini ileri sürüyor.’ Ve hoca devletin maslahatı kavramına vurgu yaparak Hz. Ebu Bekir haklıydı deyip sözlerine noktalı virgül koyuyor. Dediklerine o günkü şartları nazar-ı itibare alarak katılıyorum. Hatta daha başka çıkarımlar da yapılabilir.
Ama asıl mesele onun noktalı virgülden sonra yaptığı çıkarımlar. Yazmama gerek yok sanırım. Sözün nereye getirilebileceğini tahmin ediyorsunuz; terör örgütü nitelemesi diline doladığı sözcüklerle cemaat diyor, devlete isyan diyor ve insanların vicdanlarını kanatan hadiselerin hiç birisini görmeksizin her gün devam eden zulümlere alan açıyor. Subliminal falan değil, açıkça zalimlere “devletin maslahatı” diyerek zulümlerine devam edebileceklerini söylüyor. Hz. Ebu Bekir gibi mülayim bir insanın yaptıklarını da delil göstererek devam edebilirsiniz mesajını veriyor. Bu arada belirteyim, yaptığı kıyas ve ona bağlı olarak elde etmiş olduğu çıkarımın yanlışlığı hakkında bir satır bile yazmayı hem israf hem de okuyucunun aklına hakaret sayarım.
Karar mercii ve uygulayıcılarındaki insanlar bundan ne kadar etkileniyor, bu destekler olmasa zulümleri hafifler mi veya zulümden vazgeçerler mi, bilmiyorum ama bunun tabandaki vicdan körlüğünü destekleyen bir unsur olduğunda hiç şüphem yok ve hesaplaşma konusundaki düşünce değişikliğimi destekleyen unsurlardan birisi işte bu.
Bitireyim; 16 Temmuz günü yazdığım yazıda “Ahiret çok şenlikli olacak.” demiştim ironiyi de içinde barındıran bir deyimle. İnanıyorum, hâkimin ve şahidin Allah olduğu o hesap zemini gerçekten çok ama çok şenlikli olacak. Şöyle canlandırın hayalinizde, la teşbih vela temsil, Adil-i Mutlak olan Allah, Ahkamü’l -Hakimin olarak hüküm verecek. Ama O aynı zamanda da davanın ilk elden şahidi.  Davacı mazlumlar, mağdurlar, masumlar; davalılar ise zalimler ve yandaşları. Evet, tekrar edeyim, hiçbir şeyden habersiz, iyi niyet ve samimi gayretlerle Allah’ın rızasını kazanmak için maddi-manevi fedakârlıklarla insanlığa ve Müslümanlığa nice hizmetler eden bugünün mazlum ve mağdurlarıyla, zikretmeye yüreğimizin yetmediği zulümleri reva gören zalimlerin ve devlet müftüleri başta olmak üzere onlara destek veren yandaşlarının mizanda hesaplaşmaları çok şenlikli olacak.
Son günlerde dilime pelesenk bir hadisle noktayı koyayım: “Nasılsanız öyle idare olunursunuz.”
(tr724)