Romanya Haber

28 Şubat’tan Bugüne: İktidar Neye Dayanıyormuş?

HABER-YORUM | KEMAL AY

28 Şubat postmodern darbesi, icracı generallerin boşboğazlıklarından biraz da, askerin gücünün mahiyeti hakkında etraflı bilgi vermişti. Asker, MGK eliyle politikayı yönlendiriyordu. Bu arada toplumsal ‘rıza’ üretmesi gerektiğinde medyayı kullanmaya tevessül ediyor, hâlâ canını sıkan durumlar olursa yargıyı devreye sokuyordu. Peki, bu alanlara tümüyle hükmettiği için miydi bu? Hayır. Bu alanlarda ‘etkili’ olduğunu düşündüğü kişileri, bazen korkuyla, bazen ‘vatan-millet’ gazlamasıyla, bazen de çeşitli imkânlarla ‘kullanışlı’ hâle getirmesini biliyordu.
Asker, belirli konularda kırmızı çizgiler çekmiş, o alanlara dokunulmadığı sürece siyasetçilerin kendilerince gündem oluşturmalarına müsaade eder pozisyondaydı. Kürt meselesi, özelleştirmeler, bürokrasinin nasıl işleyeceği, Avrupa Birliği, ABD ile stratejik ortaklıklar, Ortadoğu’da İsrail’le ilişkiler gibi konularda askerler inisiyatif peşindeydi. Türkiye’nin en köklü kurumlarından birisi olan TSK’nın kendini buna ‘ehil’ hissetmesinin arkasında, ‘devletin sahipliği’ düşüncesi vardı muhtemelen. Atatürk’ten alınmıştı bu emanet.
TSK’nın ‘kamuoyu’ kavramıyla tanışmasının ne zaman olduğu önemli. 12 Eylül darbesi için mesela 28 Şubat’ta olduğu gibi medyayı kullanma yoluna gidilmedi. Zira 12 Eylül’den önce bir nevi ‘iç savaş’ vardı. Evet, burada bir ‘şartları olgunlaştırma’ ameliyesi vardı fakat toplumdaki ‘yarılma’ şakaya gelecek bir şey de değildi. Nitekim o ‘yarılma’ Türkiye’nin kaderini bugün hâlen etkiliyor. O günlerde TSK’nın komuta kademesi içerisinde bir darbe yapması, yeterliydi. Kamuoyunu ikna sürecine ihtiyacı yoktu. Aynı şekilde 27 Mayıs’ta da böyle oldu. Meclis içerisinde Demokrat Parti’ye karşı yeterli ‘nefret’ vardı. CHP’nin ikna edilmesi tek başına yeterliydi.
28 Şubat’ın şartlarını da bir bakıma 12 Eylül’de TSK kendisi hazırladı. Darbeden kısa süre önce Demirel hükümetinin serbest piyasaya geçişi, Kenan Evren’in devlet başkanlığında tahakkuk ettirildi. Turgut Özal, de facto idareci olarak bu geçişi, yani ABD ile ekonomik ilişkileri, neoliberal piyasaya Türkiye’nin de eklemlenmesini yürüttü. Bütün bunlar, ‘devlet kararıydı’. Kamuoyu, habersizdi. Haberdar olmasına gerek de yoktu. Çünkü hem ekonomik hem de sosyal olarak ‘sivil toplum’un şartları oluşmamıştı. ‘Bağımsız’ işadamları, ‘bağımsız gazeteler, dergiler’ vardı fakat bunları kolaylıkla kontrol altına alınabiliyordu.
Turgut Özal dönemi, beklendiği üzere, ekonomik liberalleşmenin yanı sıra ‘sivil toplum’ meselesini de gündemimize soktu. Levent Kırca’nın o muhteşem skecinde olduğu gibi, eğer 1990’larda ordu bir darbe yapmak durumunda kalsaydı, darbe bildirisini okuyacak askerin ‘reklam arası’ vermesi gerekecekti. Artık ‘tek’ televizyon yoktu. Haliyle ordunun siyasete müdahalesi de, bu ‘postmodern’ şartlara göre ayarlanmalıydı. Bu da, toplumu yönlendirmekten geçiyordu.
***
28 Şubat’ta ordunun medyaya nasıl baskı yaptığını, bazılarının da buna nasıl gönüllü olduğunu 2000’li yılların başında bizzat canlı şahitlerinden dinledik. Ordu, yukarıda saydığım ‘çıkarları’ (bunu ülke çıkarı gibi görüyorlardı muhtemelen) korumak için, toplumdaki ‘bölünmeyi’ diri tutmak istemişti. Laik-dindar ayrımı 28 Şubat’ın ürünü değildi fakat o dönemde ciddi anlamda kullanıldı. Serbest piyasa ve sivil toplumun genişlemesiyle Türkiye’deki tarikat ve cemaat yapıları ‘görünür’ hâle gelmişti ve bunların kontrolü önemliydi. Ama bazı askerler ‘fevri’ davranarak, ‘kökünü kazama’ gibi ifadelerle yarılmayı arttırmayı tercih etti.
AKP ile liberallerin ve bir takım solcuların ‘flörtüne’ bozulan kesimler, 28 Şubat dönemi hiç yaşanmamış gibi davranıyor fakat bu ‘flört’ önce 28 Şubat döneminde başlamıştı. MGK’daki ‘yetkili’ askerlerin sadece bürokratik gücü değil, kamuoyundaki ‘entelektüel tartışmayı’ da yönlendirme hevesi, böyle bir netice verecekti. Nitekim 28 Şubat’ı takip eden günlerde genelkurmay başkanlarının çıkıp basın toplantıları yapmaları, bir takım gazetecilerin ‘hacca gider gibi’ karargâha gidip brifing almaları yaygınlaştı. Bütün bunlar ‘iyi niyetle’ bile yapılmış olsa, ortada büyük bir sorun olduğu aşikâr.
28 Şubat’ın izlerini taşıyan 2007’deki Cumhuriyet Mitingleri, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına yoğunlaştı. Abdullah Gül’ün neden cumhurbaşkanı olmaması gerektiğine dair yegâne argüman, eşinin başörtülü, kendisinin de bir ‘İslamcı’ olmasıydı. Gerçi bir CHP milletvekili, Gül’ün Ermeni kökeni olduğunu da iddia edecekti ama o faslı geçelim. Çünkü Abdullah Gül de, o konuda iyi bir sınav verememiş, refleksif davranmıştı. Bugünlerde AKP için ‘Biz demiştik’ diyen kesimlerin o dönemde dedikleri şey basitçe şuydu: ‘Bunlar dinci, yobaz. Böyle göründüklerine bakmayın.’
***
Peki, gerçekten buna göre duruş belirlenebilir miydi? Yani AB yolunda yürüyen, demokratikleşme ve çoğulculaşma yolunda adımlar atan bir iktidar varken, durup da, ‘Bunlara güven olmaz, boşverin desteklemeyelim’ denebilir miydi? Denebilirdi fakat denmemeliydi. Zira ‘niyetlere’ göre iş yapmaya kalkarsanız, insanların ‘aidiyetlerine’ göre tavır almaya kalkarsanız, Ortadoğu’daki kabilecilik bataklığından çıkamazsınız. AKP’ye şans verilmesi gerekliliği, demokratik bir tavırdı. Çünkü söylemleri demokratikti, o dönem için siyaset içerisindeki en ‘taze’ soluktu. Hele ki 28 Şubat’tan sonra!
Gelgelelim, 28 Şubat’ta Milli Görüş’ü ve sonrasında AKP’yi en şiddetli şekilde istemeyen kesimler, bugünlerde ya Erdoğan’ın safında yer alıyor, ya da Erdoğan’ın Cemaat’i bitirme, Kürtleri ‘ezip geçme’ ve devletçiliği yaygınlaştırma gibi icraatları karşısında gizliden ona alkış tutuyor. Hâl böyle olunca, 28 Şubat’ta karşımıza çıkan ‘devlet gücünün esas kaynağı ve onun toplumsal kılcallardaki icraatları’ diyebileceğimiz haritayı yeniden hatırlıyoruz. Ve bu haritada en önemli unsurun ‘bürokrasiyi yönetmek’ olduğunu. Eğer bir kavga çıkacaksa da, buradan çıkacaktır.
(TR724)