YORUM | MEHMET EFE ÇAMAN
Çetin Altan’dan bahsederken onunla arasında hukuk olan, ondan bahsederken Çetin Ağabey diyen bir babanın oğlu olmak, eve her gün giren iki-üç gazeteden Çetin Altan dâhil, onlarca hakkını veren yazarın yazılarını okumak ne büyük nimetmiş! Fakat Çetin Altan’ın ülkesine en büyük hizmeti, yazdığı yazılar, entelektüel birikimini toplumuyla paylaşması, soldan nefret edilen bir toplumda solun ne olduğunu ve daha da önemlisi ne olmadığını sadece kalemiyle değil, yaşamıyla da ortaya koyması değilmiş. Asıl büyük hizmeti, yetiştirdiği iki oğul. Ahmet ve Mehmet Altan!
Bugüne Ahmet Altan’ın yargılayan savunmasıyla başladım. Elleri kalem tutmak için, beyni düşüncelere dans ettirmek için, dimağı en karmaşık konuları sanki en basit ve anlaşılır kılmak için var sanki. Onu okurken, sanki kendisini ifade edemeyen milyonların düşünce birliğinden süzülen bir manifesto okuyormuşum duygusuna kapılıyorum. Yine öyle oldu.
KENDİNİ İFADE EDEMEYEN MİLYONLARIN SESİ
“Sanırım kötü bir piyesin son perdesini seyrediyoruz. Bedeli biraz ağır oluyor, ama biteceğini bilmek gene de iyi”. Mutlak korkunun, rejim için ne kadar gerekli bir yakıt olduğunu söylerken haksız mı Altan? Yıllarca hapiste tutulan, oysa haklarında kesinleşmiş bir yargı kararı bulunmayan, tutuklulukları ceza haline gelmiş on binler var memlekette. “Yargılamak, hapse atmak yetkisine sahip olmak değildir” derken haksız mı? Acı soğuk kış gecelerinin zifiri karanlığında, çocuklarını ve kendi canlarını emanet ettikleri lastik botla zulümden ve hukuksuzluktan kaçarken, hayal ettikleri özgürlük yerine ölümle buluşan bir ailenin dramını gördük. Sessizce kendi köşemizde ağladığımız, kendi çocuklarımızı, kardeşlerimizi düşünüp o ıslak montu sünger gibi buz gibi suyu emmiş, elleri kolları minicik bedeninden aşağıya sarkmış bebeciğin fotoğraflarını görünce, “kendilerini hedef alan zulme itiraz etme imkânına bile sahip olmayan binlerce masum adına da konuşma yetkisine sahibim” diyen Ahmet Altan – eski komünist Çetin Altan’ın oğlu değil mi!
Hukukun olmadığı bir yerde, hapishane köşelerinde “hukuk, insanlığın yaradılışından bu yana insanların birbirine çektirdikleri acıların demir gürzüyle biçimlenmiş bir değerler bütünüdür” diye yazıp savunma yapan bir aydının ülkesidir bugün Türkiye. “Savaşlarla, soykırımlarla, katliamlarla, cinayetlerle, ihanetlerle, zulümlerle, sömürülerle, haksızlıklarla yaralanan” insanlıktan bahsederken, aklınıza hangi ülke geliyor? Meriç nehri, hangi ülkeyi nereden ayırıyor? Tüm bu felaketlerden “yaralanan insanlık, kendini kendisinden korumak için yarattığı ve gölgesine sığındığı bir yeryüzü tanrısıdır” hukuk – böyle diyor Altan. Bu yeryüzü tanrısı da mı Meriç’te boğuldu yoksa? Oysa “yapılan her haksızlık bu tanrıyı biraz daha güçlendirip, biraz daha büyütür” diyor usta kalem. “Her haksızlık çekicinin vuruşu hukuku biraz daha keskin ve belirgin çizgilerle” biçimlendirirken, “ama bu çekiç hukuku kıramaz, bozamaz, hiçbir parçasını koparamaz”. Peki, nerede bu “Olympos’ta yaşayan bir Zeus gibi dokunulmaz ve ulaşılmaz olan” hukuk şu anda? Eğer üstadın dediği gibi ölümsüzse, nereye gitti? Zorba ve zalimin öldürmek istediği ama gücünün yetmediği hukuk neden yitti?
Acaba Meriç’i geçmek isterken ölen minik, büyüse bunları sorar, yanıtlarını kendince bulabilir miydi? Ne kadar sabırla beklerse beklesin, artık gittiği yerde zamanın ve mekânın anlamsızlaştığı, düşüncelerin ve hislerin ruhun içinde birbirine karışıp dalgalandığı yerde, hala “insanlardan uzakta, kendisine ihtiyaç duyanların gelip kendisine sığınması için sabırla bekler” diyebilir miyiz Olympos’taki o Zeus’a? Meriç’i geçerken boğulup yiten bebecik, bilir miydi Olympos’un Meriç’in arkasında bir yerde, özgürlük olarak gördüğü diyarlarda bir dağ olduğunu acaba? Meriç’te bin yıllardır akan o sularda acaba hukuk tanrısı da yıkanmış mıydı? Zeus’tan ve Truva’dan binlerce sene sonra, canını kurtarmak, “denize dökülenlerin ülkesine” kaçmak için arşipellerde can veren bebekler, çocuklar, anneler ve babalar, hukukun toplumla buluşmadığını görüp, buluşamayacağına kanaat getirdikten sonra, “adalet tanrıçasının emzirdiği” kendi dinlerinden olmayan toplumlara doğru yollara düşmemişler miydi? Ölümün vaat edildiği topraklardan, yaşamın vaat edildiği topraklara doğru bir göç var. Neye hayret ediyorsunuz! Hayatı tercih edenlere mi şaşırıyorsunuz yoksa siz? Ölümü vaat edenlerin oğullarının neden ölüme koşmadığını sorgulamadıkça, hukuk tanrısı da, adalet tanrıçası da Olympos’tan gelmeyecek belli ki.
HUKUKSUZLUĞUN KOKUSU
Ahmet Altan, seni hapse atan hukuksuzluk, senin onu ifşa etmene engel olamadı işte, gördün mü bak! Hani diyorsun ya yargılayan savunmanda, “Hukuk kanatlarında taşıyarak göklerde uçan bir yargı ne kadar ışıklı, ne kadar güçlü, ne kadar görkemli, ne kadar hayranlık uyandırıcı, ne kadar güven vericiyse, vurulan, yaralanan, ölen bir yargı da o kadar çirkin, o kadar iğrenç, o kadar iticidir”. Bugün burnumuzun direğini kırarcasına kokuşan toplum ve onun tükenen ahlakına bulaşan kesif koku, “ölen yargı öyle korkunç kokar ki cehennem bile ondan daha kötü kokmaz” cümlesiyle ilintilendirilebilir mi? O ölen yargının cehennemi şekilde kokuşan cesedi mi üzerine sinen bu toplumun yoksa? Başka türlü nasıl izah edeceğiz ki Meriç’in yuttuğu minik bedenleri? Ege’de sahile vuran minikle Meriç’in kıyıya attığı minik, bu yargı cehenneminin firavunundan kaçmaya çalışırken Kibritçi Kız misali, acılarından ölümün ılıklığında kurtulmuşsalar eğer, düşünmeli, hayır, daha da önemlisi artık hissetmeye başlamalıyız! “Bugün Türkiye’yi saran bu çürümüş ceset kokusu”, hayır, Ege’de veya Meriç’te bilinmeze yürüyenlerin bedenlerinden gelmiyor. O koku Afşin’de düşen veya turuncu giysiler içinde yakılan erlerin cansız vücutlarından da yayılmıyor. O koku “ölmekte olan bir yargının bütün topluma yayılan, herkesi ürküten korkusudur”.
Evet, öteki cezalandırılıyor. Ne yaptığınız değil mesele, bilakis kim olduğunuz. “Eskiden iyi bilinen bir psikiyatri ders kitabında ‘adalet nedir’ sorusuna verilen ‘ötekinin cezalandırılması’ yanıtı ahmaklık örneği diye sunulmuştu” diyor Altan. Peki, bu olanları bitenleri görmeyen ya da daha da trajiği, görse bile görmezden gelenler? Onlara ne demeli? İşte uygulaması yapılan faşizan ve despot kanunsuzluklar rejimini üreten ve yeniden üreten bu vurdumduymazlar. Ve biz ötekiyiz, evet! İyi ki! İyi ki sizler gibi değilim, değiliz!
BAZI ŞEYLERİN OKULU YOK
Çetin Altan’ın yazdığı gazetelerin okunduğu kahvaltı masalarından birinde rahmetli peder – her zaman yinelediği bir cümle olan – bazı şeylerin okulu yok diye mırıldanmıştı. Ahmet Altan’ın savunmasını okurken ben, bunu tekrar ederek “bazı şeylerin okulu yok” demek gereğini hissettim. Çünkü insanlara şahsiyet, erdem, doğruluk, dürüstlük, vakurluk, sözünün eri olmak gibi değerler, okulda öğretilemiyor. Bunların okulu yok. Özellikle de şahsiyet! Ve işte oradan bakıp – umarım babamla beraberdir – Çetin Amca gülümsüyor. Çünkü oğulları şahsiyeti de insanı insan yapan tüm değerleri de iyi öğrenmişler. Okulda öğrenilmeyen bu değerleri, bizlere yargılayan savunmasında hatırlatan Ahmet Altan’a bu nedenle teşekkür ediyorum. Bir gün hukuk felsefesi derslerinde üniversitelerde hukuk kürsülerinde okutulacak bu savunma metnini okuyan, daha da önemlisi hisseden, çok daha önemlisi onunla aynı şekilde düşünen ve aynı safta yer alan biri olmaktan dolayı kıvanç duyuyorum. Baskının değil özgürlüğün yanında yer almak, Meriç’in öte tarafında da olsak, Meriç’in berisinde hissetmek, can alanların değil yaşatanların saflarında yer tutmak bir ayrıcalık. Bazı şeylerin okulu yok.
Dedim ya, bugüne Ahmet Altan’ın yargılayan savunmasıyla başladım. Elleri kalem tutmak için, beyni düşüncelere dans ettirmek için, dimağı en karmaşık konuları sanki en basit ve anlaşılır kılmak için var sanki. Onu okurken, sanki kendisini ifade edemeyen milyonların düşünce birliğinden süzülen bir manifesto okuyormuşum duygusuna kapılıyorum.
(TR724)