CAN BAHADIR YÜCE
Tarih bize savaş diye en çok bağıranların savaştan en çok çıkar umanlar olduğunu öğretiyor.
Savaş siyasetçilere bırakılmayacak kadar önemli bir iştir.
O unutulmaz filminde Stanley Kubrick bu cümleyi az farkla zihinlere yerleştirmişti. Dilimize “Dr. Garipaşk” diye çevrilen Dr. Strangelove’ın alt başlığı, bugün iyice ürkütücü bir hal alan, yığınların savaşa bakışını özetliyor: “Nasıl Kaygılanmayı Bırakıp Bombayı Sevmeyi Öğrendim.”
Filmdeki karargâh sahnelerinde beliren ironik afişi bir yerden tanıyoruz: “Barış bizim işimiz!” (Afrin operasyonuna “Zeytin Dalı” adını uygun görenler filmden kopya çekmiş olabilir mi?) Kubrick’in tasarısı başta ‘ciddi’ bir savaş filmi çekmekmiş. Sonuçta, akıl ile delilik arasındaki çekişmeyi bir kara komediyle anlatmayı seçmiş. Sözde nükleer silahların savaş bahanesi olduğu filmdeki kehanet 40 yıl sonra Irak Savaşı’yla gerçekleşmişti. Bu senaryo siyaset sahnesinde belli aralıklarla tekrarlandıkça Kubrick’in evrensel bir yapıta imza attığını tuhaf bir kabulleniş ve kederle hatırlıyoruz.
Kara mizahı seçen Kubrick gibi birçok sanatçı savaşı anlatabilmek için değişik yollar denedi. Heller ve Vonnegut savaşa dair ironi dozu yüksek başyapıtlar verdiler. Hemingway Silahlara Veda’da yüksek edebiyat dilini reddetti. Savaşın edebiyat tarihine dolaylı etkilerini de anmak gerek: Edebiyatta modernizm, bir bakıma, aslında savaş sonucunda şekillenmişti. Pound, Eliot ve Lawrence gibi isimler Birinci Dünya Savaşı’na katılmak yerine ‘ev’de kalıp modernizmi icat ettiler. Cepheye giden yetenekli ve romantik genç şairlerse (Owen, Rosenberg) geri dönemedi.
Savaşın ironisi nasıl yapılırsa yapılsın, ciddi savaş romanı denince ilk akla gelen kitap pek değişmez: Savaş ve Barış. Tolstoy beş yılda kaleme aldığı görkemli eserinde Fransız kuşatması altındaki Rus topraklarını anlatır. Yazarın araya girip savaş, özgürlük, kader gibi konulardaki ‘nutuk’larıyla şişirdiği roman bir tür “ulusal destan”dır. (Tolstoy’un bu tercihi, roman türünün Avrupalı köklerine bir itiraz da sayılabilir.) Savaş ve Barış başka sanat dallarında (resimde ve sinemada) hep kalabalık tasvir edilen savaş meydanlarının yalnızlığını betimler. Tolstoy, Kırım Savaşı’na katılmış ve yıkıma, genç insanların ölüme gönderilişine tanık olmuştu—savaş sahnelerini kaleme alırken ola ki tecrübelerinden yararlanmıştır. Örneğin romanda Nikolay Rostov, Fransız askerleriyle karşılaştığında “genç ve mutlu hayatında katıksız korku duygusunu” ilk kez tadarken o büyük yalnızlığı hisseder. Kalabalık savaş meydanı Tolstoy’un kahramanına olağandışı bir biçimde ıssız görünür.
Savaş ve Barış’ın en ilginç taraflarından biri, savaş meraklısı devlet adamı figürüne, Napolyon’a yaklaşımı. Romanda yazarın ‘ego’suyla imparatorun ‘ego’su çarpışır. Napolyon’u “at sırtında Dünyanın Ruhu” diye tanımlayan Hegel’in aksine Tolstoy, kişisel hırsları yüzünden milyonlarca insanı ölüme ve sefalete sürükleyen bencil lider olarak görür.
Napolyon hangisiydi? Tarih bize savaş diye en çok bağıranların savaştan en çok çıkar umanlar olduğunu öğretiyor. Edebiyat ise savaşların görünmeyen yüzünü, kişisel dramları gösteriyor. Bir devlet adamı ve komutan olarak Napolyon’u tanımak için tarihe, büyüklük hırsıyla aptalca savaşları göze almış Korsikalının sorunlu ruh dünyasını anlamak içinse edebiyata bakmak gerekir.
Bir de hep merak etmişimdir: Akıl hastaları neden kendini Napolyon zanneder?