Romanya Haber

On Milyonlar Apaçık Yalanlara Niçin İnanır?

Yorum | Bülent Keneş

Gündemi yakından takip edenlere Türkiye’nin hazin durumunu anlatmaya gerek yok. Sadece perşembe akşamı yaşananlar bile rejimin adi bir despotluk, hukuksuz bir keyfilik düzeni haline geldiğini anlamak isteyene anlatmaya fazlasıyla yeter. Ahmet Altan, Mehmet Altan, Şahin Alpay ve Nazlı Ilıcak için Anayasa Mahkemesi’ne (AYM) yapılan bireysel başvurular sonucunda, tiril tiril dökülen Türk hukuk sisteminin en üst makamı olan AYM’nin Mehmet Altan ve Şahin Alpay için verdiği tahliye kararının gereklerinin en az iki kademe alt yargı mercileri olan ağır ceza mahkemeleri tarafından yerine getirilmemesi, somut ve çıplak bir kurumlar anarşisine yol açan hukuksuzluk ve keyfilik düzeninin net bir fotoğrafını verdi.
Bana kalırsa, hassas bir yerinden yakaladığı MHP ile hassas bir yerinden yakalandığı Ergenekoncu/Avrusyacı unsurlarla ittifak içerisinde İslamofaşist bir despotluk inşa eden Erdoğan’ın kurduğu rejimi despotluk, hukuksuzluk ve keyfilik dışında tanımlayan bir başka tespiti de vıcık vıcık bir yalan düzeni olmaklığı teşkil ediyor. Harami despot Erdoğan ve çevresindeki suç şebekesi toplumu radikalleştirme ve kitlelerin endoktrinasyonu amacıyla sadece propaganda için ihtiyaç duyduğundan değil, tercih ettiği için de sistematik ve yaygın yalanlara başvuruyor. Bu açıdan devlet kılığına bürünmüş Erdoğan ve suç çetesinin vazgeçemediği ve vazgeçemeyeceği yalanlarının son derece bilinçli bir tercihin ürünü olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

İHTİYAÇTAN MI, MASLAHATTAN MI, YOKSA BİLİNÇLİ TERCİHTEN Mİ?
Peki çoğu itibariyle mumu yatsıya kadar bile yanmayan bu kesif yalanlara on milyonlarca insan neden ve niçin inanmakta ısrar ediyor? İhtiyaçtan mı, maslahattan mı, yoksa ihtiyaç ve maslahatın dayattığı bilinçli tercihlerden dolayı mı?
Peşinen söylemeliyim ki, bana göre, hepsi birden… Geçenlerde bir gazetede aksine pek çok somut delilleri gördükleri halde insanların neden bile bile yalan haberlere inanmayı tercih ettiklerine dair kapsamlı bir haber vardı. Haber için görüşlerine başvurulan bir psikolog aksine net kanıtlar olduğunu bildikleri halde insanların yalanlara inanmayı tercih etmesini dört maddeyle gerekçelendiriyordu.
İlk olarak insanların konformizmine dikkat çeken Dan Katz isimli bu psikolog, kalabalıkların en az enerji ve gayret gerektirecek kolay çözümler peşinde olma eğilimlerine işaret ediyor ve söylenen bir sözün gerçekliğini çok az insanın araştırma zahmetine katlandığını ifade ediyordu. Özellikle söylenen yalan duymak ya da inanmak istenilen bir şeye dairse insanların bu yalanı kolayca alıp gerçekmiş gibi benimseyebileceklerini anlatıyordu. Ve şöyle devam ediyordu: Yalan olduğu bilinen şey şayet insanların daha önceden edindiği yargı, inanç ya da önyargılarını doğruluyorsa, kitleler bunun bir yalan olduğuna bakmaksızın gerçek gibi benimser.
Üçüncü olarak, Katz’a göre, grup aidiyeti (buna grup enaniyeti de diyebiliriz) ya da bir grubun düşünsel parçası olma düşüncesi de insanları apaçık bir yalana gerçek muamelesi çekmeye itebiliyor. Fanatikliğe varan bir grup aidiyeti, kendileri dışındaki tüm grupları düşmanca görmeye yol açabiliyor. Bu durum, diğer gruplardan gelen bilgi ve düşüncelere de düşman muamelesi yapılmasına neden oluyor. Ayrıca, düşman olarak görülen o gruplara karşı edilen her sözün ve iddianın gerçekmiş gibi benimsemesini kolaylaştırıyor.
ERDOĞAN’IN TOPLUMU BÖLÜP KUTUPLAŞTIRMASININ ARDINDAKİ MANTIK
Erdoğan’ın yıllara dayalı olarak toplumu paramparça bölüp, en büyük dilimini kendi yanına çekmek suretiyle kutuplaştırıp ayrıştırmasının; farklı fikir ve düşünceleri birbirine karşıt bu kutupların kendi alanlarına nüfuz edemez hale getirmesinin arkasındaki işlevsel mantık da bu olmalı. Neticede, kitleler fanatik bir grup aidiyeti geliştirmeleri durumunda kendilerine grup dışından sunulan hiçbir gerçek üzerine düşünmeye ihtiyaç duymuyor. Grup dışından gelecek her türlü bilgi ve görüşe karşı gerçekleri geçirmeyen bir zırh misali bir immün/dokunulmazlık sistemi kazanmış oluyorlar.
Dördüncü olarak, insanlar edindikleri görüş, fikir ya da inançlarına erişme ve benimseme süreçlerinde ne kadar fazla zahmet çekmişlerse, ne kadar çok zaman, gayret ve enerji harcamışlarsa somut kanıtlara rağmen o fikir ve inançları konusunda yanıldıklarına kanaat getirmeleri de o kadar güç oluyor. Bu yüzden de yalan olduklarını bile bile kendilerine sunulan yalanlara daha fazla inanma eğilimine giriyorlar.
Psikolog Katz bu durumu izah için basit bir örnek veriyor. Farazi olarak bir insan düşünün ki, her çeşit balık eti yemenin vücut sağlığı için faydalı olduğu inancıyla hayatı boyunca özellikle balık eti yemeye özen göstermiş ve çevresine de hep aynısını salık vermiş olsun. Bu insanımız büyük bir inançla balık yemeye devam ededursun bir gün aniden ciddi bir bilimsel araştırmanın sonuçlarının tüm balıkların aslında zehirli ve dolayısıyla sağlığa zararlı olduğunu kuşkuya mahal bırakmayacak ölçüde ispatladığını varsayalım. Bu durumda yıllarca balık yiyen bu kişimizin söz konusu bilimsel sonuçları anında kabullenmesini beklemek hata olacaktır. Çünkü, o insan öncelikle kendisini kötü hisseder ve hemen o güne kadar bildiğinin, inandığının aksine somut deliller sunan o bilimsel araştırmayı diskalifiye etmeye yönelir. Mesela, bu bilimsel araştırmanın kırmızı et lobisi tarafından manipüle edildiğini savunur ve kendisini rahatlatır.
Kanada’daki Waterloo Üniversitesi’nde psikoloji çalışmalarını sürdüren Gord Pennycook’un yalan ve palavralar üzerine yaptığı araştırmalar da ilginç sonuçlar vermiş. Pennycook, bazı insanların palavrayı hemen fark etmesini sağlayanın ne olduğunu, bazı insanların ise neden palavraya daha az duyarlı olduğuna dair yaptığı araştırmanın sonucunda yalan, palavra ve zırvalıkları kabul etmenin düşük zeka, paranormal olaylara duyulan inanç ve komploya inanma olasılığı gibi kişilik özellikleriyle ilgili olduğunu görüyor.
DAHA DİNDAR OLANLAR YALANLARA NEDEN DAHA ÇOK VE ÇABUK İNANIR?
Vox’da yayınlanan bir söyleşisinde Pennycook, palavranın rastgele sözcüklerin bir araya gelmesinden oluşmadığını, bir açıdan yalanla da arasında fark olduğunu söyler ve “Palavra doğru önemsenmeden oluşturulur. Bilgi vermektense etkilemek için tasarlanır. Yalan ise doğruyu çok önemser, onu altüst eder,” der. Bu tanımdan sonra Erdoğan ve suç çetesinin her gün onlarcasını dile getirdiklerinin hangilerinin apaçık birer yalan, hangilerinin palavra olduğuna karar vermek artık size kalmış…
Pennycook, insanların yalan gibi palavrayı da kolayca kabul eder olmasının altında yatan iki etken olabileceği üzerinde duruyor. Birincisini ‘tepki yanlılığı – response bias’ olarak adlandırıyor. Yani bazı insanların karşılarına çıkan herhangi bir şeye karşı daha açık ve daha az şüpheci olduklarını söylüyor. Bunun biraz saflığa benzediğini ama saflığın daha çok sosyal ortamlarla ilgili olduğunu kaydediyor.
İkinci etkeni ise şüphe uyandıracak bir durum olduğunda beyindeki singülar korteksin ön bölümünün tetiklenmesi, bunun yalan ve palavrayla karşılaşıldığında onu tespit etmeyi sağladığını ifade ediyor. Zamanla bu tetiğin çekilme sıklığının azalabileceğini ve sadece belli tip insanlarda, özellikle analitik düşünceye sahip olanlarda, işlemeye devam edebileceğini söylüyor. Sürekli yalan ve palavranın kitleler üzerinde mankurtlaştırma ve koyunlaştırma etkisinin bilimsel tanımı da bu olsa gerek.
Pennycook’un palavra ve yalana yüksek etkililik oranı kazandıranların daha az çözümleyici, daha az zeki, daha dindar ve daha fazla ontolojik kafa karışıklığına sahip olanlar tespiti de Türkiye’deki mevcut durumla birebir örtüşüyor. Pennycook, ‘ontolojik kafa karışıklığı’ dediği şeyi zihinsel (algı) ile fiziksel olanı (olgu) birbiriyle karıştırmak olarak tanımlıyor. Dindarlık ile yalan ve palavralara inanma arasındaki doğrusal orantıyı ise şöyle izah ediyor: “Bilişsel bakımdan meleklere inanmak hayaletlere inanmaktan çok da farklı değil. Paranormale inananların palavradan (yalandan) daha kolay etkilendiğini söylemekte bir sakınca yoksa dini inançlarla ilgili aynı şeyi söylemekte de bir sakınca olmamalı.”
Pennycook’un etkili ve iş görecek yalan ve palavralar konusundaki tespitleri de Erdoğan ve çevresindeki kriminal çetenin izlediği ahlak dışı yöntemlere ışık tutuyor. Mesela, iyi ve etkili bir yalan veya palavra için herkesin diline pelesenk olmuş sözcükleri bol bol kullanmanın ve muğlak konuşmanın iyi bir fikir olduğunu söylüyor. “Eğer bir şeyi doğrudan söylerseniz, fikrinize katılan insanlar söylediğiniz şeyi sevecektir, katılmayanlar ise sevmeyecektir. Ama eğer muğlak bir şey söylerseniz, insanlar ona kendi düşündükleri anlamı katacaktır ve eğer doğru noktaya dokunursanız herkes sevecektir.”
EN ETKİLİ YALANCILAR ERDOĞAN GİBİ MİTOMAN OLANLAR
Katz ve Pennycook’un söylediklerine ek olarak galiba en etkili ve başarılı yalancıların Erdoğan ve kendisine benzettiği çevresindekiler gibi mitomanlar olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Malum olduğu üzere mitomani, kendi söylediği yalana inanma hastalığıdır. Bu tür hastalar hatalarını örtmek için sürekli yalana başvururlar. Bir süre sonra söyledikleri yalanlara kendileri de inanmaya başlarlar. Zaman içinde kendi vicdanlarından uzaklaşmaya başladıkça, gerçek bir varlık elde etmek amacıyla yalan söylemeye devam ederler.
Suçluluk psikolojisiyle hareket ettikleri için suçlarını bastırmaya çalışırlar. Bu hastalar, menfaat elde etmek ya da çevresinin ilgisini çekmek için sıklıkla yalana başvururlar. Mitomanlar için yalan söylemek yaşamlarının bir normali ve rutinidir. Yalanların ortaya çıkması durumunda da herhangi bir suçluluk ve utanma hissetmezler. Bu yüzden mitomanların yalanlarını düzeltme gibi bir amaçları da olmaz. Çünkü bu kişilerde pişmanlık mekanizması işlemez.
Mitomanlar yalan söylediklerinin farkında olur, ama bu yalanlarına önce kendileri inanır ve kapılırlar. Bu yüzden de konuşma ve sunumlarını daha etkili yaparlar. Bu kişilerin yalanlarında süreklilik vardır, ancak tutarlılık yoktur. Kurgular yapsalar bile bolca açıkları bulunmaktadır. Aman ha yanlış bir anlaşılma olmasın! Tüm bu cümleler mitomaninin bilimsel tanımından. Yoksa tipik bir mitoman olan Erdoğan’ın karakter analizi değil…
Peki böylesine kendi yalanlarına bizzat kendilerini inandırmış hasta ruhlu bu yalancılara geniş kitleler neden inanır? Alanının uzmanları şüphesiz ki buna dair de açıklamalar getiriyor. Her şeyden önce, bir yalana inanmanın ne kadar ahlaksızca bir durum olursa olsun bilinçli ve oldukça rasyonel bir tercih olduğu durumların sanıldığından daha sık olduğunu ifade ediyorlar.
YALANLARIN, GERÇEK/DOĞRU OLANLARDAN DAHA GÜZEL OLMA GARANTİSİ   
Neticede, ‘gerçek’ ve ‘doğru’ denilen şeyler her zaman güzel olamayabilir ya da her zaman insanların menfaatine, alışkanlıklarına ya da beklentilerine uymayabilir. Bu yüzden insanlar, önemli bir kısmı itibariyle, kendilerine bir bedeli olacak gerçeklerle yüzleşmek yerine apaçık bir yalana ya da palavraya inanmayı tercih ederler. Ahlakiliği bir yana, bir yalana inanmakla menfaat, konfor ve mutluluklarının artacağına inandıklarında, o yalanın üzerine gitmektense bir parçası olmak gibi aslında pragmatik anlamda rasyonel ve mantıklı bir tercihte bulunurlar. Bu tercihi kendilerini aldatma pahasına gerçekleştirmekte herhangi bir beis görmezler.
Raphael Demos, 1960’ta kendini aldatmaya dair yayınladığı bir makalede, yalan söylemenin ‘insanın doğru olmadığına inandığı şeye kendisini kasıtlı olarak ikna etmesi’ anlamına geldiğini söyler. Ama ona göre, kendine yalan söylemekte/kendini aldatmakta bir iç çatışma vardır. Çünkü, kendini aldatan yanlış olduğunu bildiği şeye inanır ve bu yüzden de kendini aldatan aslında ayıplanacak bir durumdadır.
Bu konuya bir örnekle açıklama getirmeye çalışan Amerikalı psikolog Robert S. Siegler ise, karşı konulmaz kanıtlara rağmen oğlunun bir serseri olduğuna inanmadığını söyleyen bir anne, böylece inanmadığını değil, oğlunun nasıl serseri olabileceğini anlayamadığını ifade ediyor olabilir. Yanlış ifade etse bile oğlunun nasıl serseri olabildiğini anlayamayan bir anne ile nasıl olduğunu anlasa da anlamasa da bunun böyle olduğunu kesinlikle bilen bir anne arasında ayırt edilebilir bir fark vardır. Birincisi şaşırmıştır, ama kendini aldatma durumunda değildir, ancak bu gerçeği o kadar acı verici buluyor olabilir ki, kendi kendisine durumun denildiği ve görüldüğü gibi olmadığını göstermeye çalışabilir ve bunda başarıla da olabilir. Suriye’deki kirli ilişkileri, Güneydoğu’daki katliamları ayyuka çıkmış, yüzlerce yalanı yüzüne vurulmuş ve 17/25 Aralık 2013 skandalında gırtlağına kadar yolsuzluk ve rüşvete batmış Erdoğan’a muhafazakâr kesimin bir kısmının yaklaşımı, zorlama bir hüsn-ü zan gösterilerek bu şaşırmış annenin durumuna benzetilebilir.
Siegler devam eder: Annenin kendini aldatması, öyle olmasını çok istediği için oğlunun iyi bir çocuk olduğuna inandığını iddia etmekten de ibaret olabilir. Can alıcı soru ise, annenin oğlunun iyi bir çocuk olduğuna dair kanaatinin doğru olmasını istemekle kalmayıp kendisini buna inanmaya ikna edip etmediğidir. Çünkü Siegler’e göre, ‘hüsnükuruntu’ sadece bir şeyin şöyle ya da böyle olduğuna inandığını söylemek değildir, ya da şöyle ya da böyle olmasını istemek de değildir, bir şeyin şöyle ya da böyle olduğuna inanmaktır. Bu üç farklı ihtimali birbirinden ayırt etmenin pratik hiçbir zorluğu yoktur. Hepimizin bilmeden ya da istemeden inançlarımızın ve tutumlarımızın oluşumunu etkileyici önyargıları vardır. Bir şeyin şöyle ya da böyle olmasını tutkuyla istemek, beraberinde kasıtsız bir şekilde şöyle ya da böyle olduğuna inanmayı getiriyorsa, bunun kendi kendini aldatma olarak adlandırılması bir ölçüde doğru olabilir.
KENDİNİ ALDATMANIN EN BAŞTA GELEN KOŞULU İNANMA MIDIR?
Siegler’e göre, inancın inanma arzusu nedeniyle kasıtlı olarak geliştirildiğini varsaydığımız ölçüde söz konusu durumu kendini aldatmak olarak ayırt ederiz. Gözle görülür bir şekilde serseri bir oğlu olan bir annenin durumunda, ikinci tipten daha kolay kuşkulanırız. Bu durumun özeti şöyle bir şey olabilir: Bir kişi göreceği şeyi sevmeyeceğini çok iyi bildiği için gözlerini görmesi gereken şeyden başka bir tarafa çevirebilir. Daha da ötesi görmesinin dayanılmaz derecede üzücü olduğunu çok iyi bildiği için görülecek hiçbir şey olmadığına da kendisini ikna edebilir. Bu yüzden uzmanlara göre, inanma kendini aldatmanın en başta gelen koşuludur.
Öte yandan, aniden ama tam ve açık bir kesinlikle çocuğunun öldürüldüğünü öğrenen bir annenin durumu da inanılıp güvenilen kişilere dair şok edici gerçekler ya da ortaya çıkan somut yalanlar karşısında geniş bir topluluğun acı veren gerçekleri yadsıyıcı tavrına bir model olarak sunulabilir. Tıpkı acılı bir annenin oğlunun öldüğüne dair sarsıcı haberi özümsemesi zaman alacağı gibi toplum da acı gerçeklerin doğru olduğunu bilir ama buna inanmaz, inanmak istemez. Uzmanlar, genellikler insanların üzüntüden kaçmanın ya da haz ve menfaati azamiye çıkarmanın bir yolu olarak kendini aldatmaya yöneldiğini söylemektedir.
Bugün Türk toplumunun çok önemlice bir kısmı, sonuca varmak için telaş eden, inançlarını ve tutumlarını kanıtlara dikkat ederek değil, önyargıyla, eğilimle ve yarım yamalak düşünerek ya da hiç düşünmeyerek oluşturan bir kişiliğe benzemektedir ki, bu hiç de az rastlanan bir tipoloji değildir.
Geniş kitlelerin delilleriyle defalarca çürütülmüş apaçık yalanlara niçin inandığına dair Eric Fromm’un da önemli saptamaları bulunmaktadır. Fromm, “Bir toplumun üyelerinin kafa yapılarında aldatıcı olan şey, benimsedikleri görüşlerin ‘herkesçe geçerli sayılan’ görüşler olmasıdır,” der. İnsanlar büyük bir saflıkla çoğunluğun belli bazı fikirleri ya da duyguları paylaşmasının o fikrin ve duyguların doğruluğunu kanıtladığına inanır, diyen Fromm, oysa “Hiçbir şey bundan daha yanlış olamaz,” demeyi de ihmal etmez.
ON MİLYONLARCA İNSANIN BİR YANLIŞI PAYLAŞMASI ONU DOĞRU YAPMAZ
Bu saptamasına Fromm şöyle açıklık getirir: Milyonlarca insanın aynı kötülükleri paylaşması o kötülükleri erdeme çevirmez. Birçok yanlışı paylaşması o yanlışları doğru yapmaz. Milyonlarca insanın aynı akıl hastalıklarını paylaşması da o insanları akılca sağlıklı duruma getirmez. Ancak, Fromm bu noktada önemli bir tehlikeye dikkat çekmekten de geri durmaz:
“Belirli bir aşamada sakatlıklar artık toplumun dokusuna o ölçüde işlemiştir ki, rahatsız edici ya da nefret uyandırır şeyler olarak görülmez… Çünkü, içinde yaşadıkları kültür, bu insanların çoğuna hasta gibi görülmeksizin bir sakatlıkla yaşayabilecekleri uygun bir ortam sağlar. Bir bakıma her kültür yarattığı sakatlığın yol açtığı nevroz belirtilerinin açığa çıkmasını önleyen çareleri de yine kendi eliyle hazırlar (Eskiden olsa bu duruma iyi bir örnek olarak Kuzey Kore’yi gösterirdim ama maalesef artık uzağa gitmeye gerek yok, bu durum maalesef mevcut Türkiye’ye cuk oturuyor.) Toplumun dokusuna işleyen sakatlığı yatıştırmak için verilen uyuşturucu (Türkiye özelinde yoğun propaganda ve yaygın yalan) kesildiği anda hastalık bütün belirtileriyle ortaya dökülür.
Fromm, ayrıca şöyle bir riske de dikkat çeker: Toplum hastalık belirtilerinin ortaya dökülmesini önleyici çareler bulabilirse, her şeyin (şeklen) yoluna gireceğine; sebep olduğu sakatlıklar ne denli ağır olursa olsun herhangi bir aksaklık yokmuş gibi varlığını sürdürebileceğine inanır. Oysa tarih, bunun hiç de doğru olmadığını gösterir…
Bakalım sırf menfaatleri ve konforları bozulmasın diye aksine somut delillere rağmen yüzlerce şahsi veya kurumsal yalana, palavraya ve aldatmaya gerçek muamelesi yapan, acı verici gerçeklere ise bile bile yalan muamelesi çekmeyi tercih eden menfaatçi on milyonlarca insanın bu kendini aldatma durumu neticesinde Türkiye’nin akıbeti ne olacak? Bakalım her gün dozu artırılan bu yalan narkozundan on milyonlar ne zaman uyanacak? Hep birlikte bekleyip göreceğiz…
(tr724)