YORUM | EMİNE EROĞLU
“Binasını, Allah’a karşı gelmekten sakınma ve Onun rızasını kazanma temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır; yoksa yapısını, yıkılmak üzere olan bir uçurum kenarına kurarak onunla beraber cehenneme yuvarlanan mı? Allah zalimler gürûhunu hidâyet etmez, umduklarına eriştirmez.” (Tevbe, 109)
Sayıları kırktan fazla olsa da devleti bir çeteye dönüştürdükleri, cana ve mala kast ettikleri, eşkıyalık yaptıkları için, onlara “kırk haramiler” denilebilirdi.
Emellerinin uzunluğu onları yanıltmış, zeminin çürüklüğünü görmezden gelmişlerdi.
Tevbe suresi 109. Ayette tasvir edildiği gibi, “yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına” kurmuşlardı saltanatlarını.
Tüm eylemlerini hakkı ve batılı birbirinden ayırt edemeyen sürüleşmiş bir topluma onaylatıyor, onlara “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne!” ve “Sen çalış, ben yiyeyim!” cümlelerini talim ettiriyorlardı.
Buldukları toplumsal destekle “nevzuhur bir irtidat hadisesi” başlattılar.
“Mîrî malından kırk para çalan bir adamın, bütün hazır arkadaşlarının birer dirhem almasını kabul etmesi” gibi, miri malından hırsızladıkları paralardan suç ortaklarına pay dağıttılar.
Başkalarına attıkları çamurlarla kendi kimliklerini deşifre ediyor, şecaat arz ederken sirkatlerini söylüyor, konuşmalarının satır aralarında bütün açıklığı ile cürümlerini itiraf ediyorlardı.
Hile ve hud’alarının ayaklarına dolanacağı aşikârdı. Fakat günü kurtarma telaşı hep ağır bastı…
Yalanı yalanla örtüyor, yangını yangınla söndürmeye çalışıyorlardı.
Tek istedikleri biraz daha zaman kazanmaktı.
Biraz daha zaman…
Hazreti Mevlânâ, dünya ihtirasının kalb gözünü nasıl kör ettiğini ifâde ederken:
“Köpek bile kendisine atılan bir kemiği veya ekmeği koklamadan yemez.” diyordu ya. Koklamadan yiyecek hale gelmişlerdi.
ANAHTAR TAŞIYICI HALAYIKLAR
Firavun gibi yaşasalar da anahtar taşıyıcı birer halayıktılar.
Zamanın Karunları imkânlarıyla onlara tesir ediyor, dediklerini yaptırtıyordu.
“Ona hazineler dolusu öyle bir servet vermiştik ki, anahtarlarını bile güçlü kuvvetli bir grup insan ancak taşırdı.” (Kasas, 76) diyor Cenab-ı Hak. Demek Karun’un birden fazla hazinesi vardı. Ne olur ne olmaz diye bir yerde tutmuyordu servetini. Üstelik kazanç kapılarını rüşvetin efsunlu anahtarı ile aralamayı da öğrenmişti.
Satın aldığı makamların büyüklüğü ile kendi hazine dairesini genişletiyor, açgözlü bir bürokrat topluluğunu, dağıttığı kara paranın ağırlığı altında ezip zayıf düşürerek egosunu besliyordu.
Kendileri gibi mal mülkle zehirlenmiş zavallı bir gösteriş meraklısıydı Karun da. Birbirlerine çok benzedikleri için anlaşmaları kolay oluyordu. Para ve güçle şımarmış, böbürlenmiş, milleti ifsad etmeye girişmiş birer sonradan görmeydiler. Mazileri ve şuur altları mülevves şeylerle dolu birer düşkün. “Ben olmazsam siz de olmazsınız.” diyecek kadar küstahlaşmış birer hazımsız…
DİNİN RUHUNU ÇALDILAR
Zemin ayaklarının altından kaymaya başlayınca dikenlere tutundu, ellerini kanattılar.
En nihayetinde eşkıyaydılar.
Ülkelerini, namuslarını, ruhlarını sattılar.
Sadece kendi vatandaşlarının değil, uzun kollarının eriştiği tüm masumların imkânlarını, geleceklerini, hayatlarını çaldılar.
Fakat en büyük hırsızlıkları dinin ruhunu çalmak oldu.
Birlik ve beraberliğin remzi mübarek mekânları, camileri de kirlettiler.
Bir zamanlar münafıkların, İslam aleyhindeki faaliyetlerini açıkça ve rahatça yapabilmek için Kubâ Mescidi’ne yakın bir yerde inşa ettikleri sözde mescit gibi, Müslümanlara zarar vermek amacıyla Mescid-i Dırar’lar (zarar mescidi) inşa ettiler.
Fonksiyonlarını eda edemeyen camileri ve yaşayan tasavvuf tekkelerini büyük ölçüde iftirak merkezleri haline getirdi, kutlu mabetlerde fitne ocakları tüttürdüler. “Mescid-i Dırar ruhu”nu canlandırıp, “mescid-i dırar müezzinliği” yapan münafıklar yetiştirdiler.
Münafıklığı “diyanet işleri” başlığı altında kurumsallaştırdılar.
“İnanmayın; hiçbir şeylerine inanmayın onların! Allah, bu zalim kavmi, iflah etmeyecektir.” diyen sesi susturmaya çalıştılar.
Kurdukları tuzaklara kendileri düşerken ve iftiraları âlemin gözleri önünde yüzlerine çarpılırken bile masumların başına çorap örüyor, cemaate daha neleri fatura edebileceklerinin hesabını yapıyorlardı.
DÜŞTÜKÇE DÜŞTÜLER, DÜŞTÜKÇE DÜŞTÜLER
Zilletten zillete, zulmetten zulmete düştüler.
Harami ortakları ve saltanatlarıyla Lut Gölünün dibindelerdi, fakat düşüşleri sonlanmamış, tarihin sayfaları arasında bu denli derine düşen kimseye de rastlanmamıştı.
Aldıkları her “Ah,” yaktıkları her canla çukur daha da derinleşiyor, Gayya ile birleşiyordu.
Uçurumun kenarına kurulu nifak temelli o bina için İlahi hüküm ezelde verilmişti:
“Yaptıkları bina, içlerinde hep bir ukde (telaş ve endişe sebebi) olarak kalacaktır.” (Tevbe, 110)
Yani o “kırk haramiler”, içlerindeki ukde ile yaşayacak, akıllarının kılleti, ruhlarının zilleti, kalplerinin sefaleti ile baş başa, bir nigâh-ı aşina ile cehennem ateşine bakıp duracaklardır.
Ta ki, “kendileri geberip de kalpleri parçalanıncaya dek!..” (Tevbe, 110)
(TR724)