YORUM | PROF. DR. MEHMET EFE ÇAMAN
Devletin varlığını sağlayan meşruiyet hukuktur. Devletler kendi hukuk sistemlerinin kendileri için de bağlayıcı oldukları ölçüde meşrudur. Eğer bu yoksa devlet ve organize bir suç örgütü arasında fark kalmadığı gibi, devleti yönetenlerin de hayduttan farkı kalmaz. Devleti yönetenler hukuktan bağımsız olamaz – bu kaide mutlak monarşilerin sona ermesiyle birlikte bugün dünya üzerindeki neredeyse tüm devletler tarafından benimseniyor. Devletin temeli adalettir – adalet mülkün temelidir – derken, hukukun bağlayıcılığı, devletin varlığının ancak hukukla mümkün olduğu, hukuksuz ceza olamayacağı gibi ilkelere atıfta bulunuruz. Devlet en geniş tanımıyla hukukun kurumsallaşmış şeklidir. Devlet olmadan da hukuk – mikro düzeyde ve etik-dinsel çerçevede – varlığını sürdürür, ancak hukukun olmadığı yerde devlet asla olamaz. Bu nedenle hukuk devletin temelini oluşturması bakımından devletten çok daha önemli bir sosyal kurumdur. Hücreler olmadan gelişmiş organizmaların var olamaması nasıl bir biyolojik gerçeklikse, hukuk olmadan devlet ve devletle ilgili hiçbir tür kurumun olamayacağı da sosyal bir gerçekliktir.
Devletler için hukuk iki düzlemde anlamlıdır: iç hukuk, yani devletin kendi hukuk sistemi ve uluslararası hukuk, yani küresel ilişkilerde yerleşmiş bulunan kural ve teamüller. İç hukuk, sadece devletin vatandaşlarını değil, devletin kendisini de – yani devletin kurumlarını ve yöneticilerini de – bağlar. Kendi hukukuna uymayan bir devlet, var oluş meşruiyetini yitirir. Uluslararası hukuk – eski adıyla devletler hukuku – devletlerin ve devlet dışı aktörlerin uluslararası ilişkiler düzleminde birbirleriyle olan ilişkilerini düzenler. İç hukukta zorlayıcı müeyyideler olduğundan, yani devlette var olan şiddet kullanma tekeli aracılığı ile hukuka uymayan davranışlara yaptırım getirilebildiğinden, hukuk düzenini devam ettirmek görece kolaydır. Ancak uluslararası hukukta normlara uyumu gerçekleştirmeye yönelik zorlayıcı güç tekeli yoktur. Bu, devletler hukukunun uygulanışını zorlaştırmaktadır. Normdan sapan birey doğrudan zorlayıcı bir yaptırıma uğrar. Ancak devletler normdan saptığında – yani suç işlediğinde – yaptırım uygulamak çok daha karmaşık bir prosedür ve uzun zaman gerektirir.
HUKUKA UYMAYAN DEVLETLERE KİMSE ÖYKÜNMEZ
Devletler kendi imajlarına ve inandırıcılıklarına önem verirler. Sadece güçlü olmaya değil, aynı zamanda adil olmaya çalışırlar. Uluslararası arenada kendi içinde tutarlı, toplumu barış ve refah içinde varlığını sürdüren, halkının eğitim seviyesi, mutluluğu, kültürel üretimi, teknoloji ve bilim alanlarındaki gelişim seviyesi diğerlerine göre daha önde olan devletler, ellerindeki ordu ve gelişmiş silahların veya ekonomik kapasitelerinin sağladığı maddi güçten çok daha değerli ve önemli olan bir diğer güce, yumuşak güce sahip olur. Güç karşınızdakinin sizin istediğiniz biçimde davranmasını sağlamaksa, bunu maddi gücünüzü seferber ederek mümkün kılmak yerine karşınızdakinin kendisi dahi fark etmeden sizin istediğiniz yönde davranmayı kendi kendine istemesi yönünde etkilemek çok daha etkili ve ucuzdur. Bu yumuşak güçtür. Bir devletin yumuşak güç edinmesi ile cazibesi – başkalarının kendisini nasıl algıladığı – arasında doğrudan bir ilişki vardır. Kimse kendi hukukuna da uluslararası hukuka da uymayan devletlere öykünmez. Tıpkı hiçbir anne babanın hırsızlık yapan veya insanları gasp eden bir figürü çocuklarına örnek göstermeyeceği gibi. Evrensel bir insani özelliktir bu – insanlar iyiye ve doğruya değer verir, kötüye ve yanlışa değil.
DEVLETİ YÖNETENLERLE HAYDUTLAR ARASINDAKİ FARK
Dağ başında veya büyük bir kentin ıssız bir sokağında gasp yapan bireylere haydut ya da eşkıya denir. Kaba güç kullanan, karşısındakine değer vermeyen, kanunsuz iş yapan, korkutarak veya tehdit ederek hukuksuz-ahlaksız istediğini başkasına zorla kabul ettiren kişi hayduttur, eşkıyadır. Ne genel ahlakta, ne hukukta böyle kişilere değer verilir. Bu tür haydutlar genellikle toplu halde hareket eder, bir çete, yani organize suç örgütü oluşturur, kanunsuzluklarını böyle devam ettirirler. Genellikle bu şekilde daha fazla güç kazanarak, adaletin (devletin) yaptırımlarından kaçmaya çabalarlar. Bu yapılar adalet mekanizmasını zayıflattığı oranda devleti de zayıflatmış olurlar. Yumurta hikâyesi gibi, devlet ne kadar zayıfsa, bu tür haydutların veya eşkıyaların da etki ve kontrolü o oranda artar. Devletin en zayıf anında ise, artık devleti yönetenlerle haydutlar arasında ayrım yapmak zorlaşır. Hastalık artık tüm bünyeyi sarmıştır.
Devletlerarası arenada da, izledikleri politikalarda hem kendi yasalarıyla hem de uluslararası hukukla çelişkide olan, diğer devletlerin veya toplumların güvenliklerini tehlikeye atan, insan haklarını kitlesel düzeyde çiğneyen, uluslararası barışı ve huzuru tehlikeye atan ya da açıkça tehdit eden devletler vardır. Bunlara “haydut devletler” deniyor. Uluslararası ilişkilerin yapısı gereği, uluslararası hukuk yaptırımlarıyla bu devletlerin yıkıcı ve bozucu kural tanımazlıklarına karşı durmak çok basit değil. Çünkü uluslararası ilişkilerde iç hukuktaki gibi bir merkezi otorite, bir polis teşkilatı, devletler üstü zorlayıcı bir mekanizma yok ya da çok etkisiz ve ancak çok ileri aşamalarda – mesela aleni kitlesel soykırımlarda veya iç savaşlarda – nadiren gündeme gelebiliyor. Fakat haydut devletler yine de görmezden gelinmiyor, kademeli olarak artan önlemlerle çevreleniyor ve giderek uluslararası sistemden dışlanıyor. Bunların ticari ilişkileri, turizm olanakları, teknoloji transferi ve eğitim işbirliği katılımları gibi sahalar giderek daraltılıyor, hatta sonlandırılıyor. Bu devletlere silah satışı ve savunma işbirliği kesiliyor. Liderleri ve lider kadroları gelişmiş özgürlükçü demokrasilerde kendilerine yer bulamıyor. Bu önlemler de azımsanmamalı.
İSTİKRARSIZLAŞTIRMA SİYASETİ
Haydut devletler tek bir standart kategori değil. Bu gruba dâhil devletler kitle imha silahları üretenlerden uluslararası terör örgütlerine finansal, askeri, lojistik vs. bakımlardan destek olanlarına kadar birbirlerinden farklılıklar gösteriyor. Günümüzde Kuzey Kore veya İran gibi bu ligin daha üst sıralarında olan devletler gibi, Suriye, Rusya, Venezüella gibi görece daha alt sıralarda olanları var. Ortak özellikleri, içeride keyfi hukuk uygulamaları, sürekli ağır insan hakları ihlalleri, hesap vermeyen, fren ve kontrol mekanizmaları bulunmayan yönetimleri, yolsuzluklara bulaşmış lider kadroları. Dışarıda ise kendi çıkarları için üçüncü ülkelerde ve dünyada uluslararası terörizme destek vermeleri, bölgelerini ve dünyayı istikrarsızlaştıran siyasetler gütmeleri.
TÜRKİYE DE ONLARDAN BİRİ!
Türkiye bugün birçok uluslararası lider, otorite, akademisyen, gazeteci ve uzman tarafından bir haydut devlet olarak algılanıyor ve nitelendiriliyor. Anayasası kendi cumhurbaşkanınca dikkate alınmayan, anayasal düzeni bir yıla aşkın bir süredir rafa kaldırılmış ve fiilen uygulanmayan, meclisi işlevsiz hale getirilen, muhalefet milletvekillerini keyfi suçlamalarla hapse atan, binlerce akademisyeni, on binlerce öğretmeni, yüz binlerce kamu görevlisini hukuksuzca işinden atan bir ülke Türkiye. Binlerce hâkim ve savcısını görevden alan, yüzlercesini hapse atan, yüzlerce gazetecisi yazdıkları düşünceler veya yaptıkları haberler sebebiyle hapishanede olan, insanların pasaportlarını hukuksuz gerekçelerle iptal eden bir rejim var. Bu rejimi önceki yazılarımda birçok kez detaylı olarak inceledim, ama burada sadece şunu belirterek yetineyim: Türkiye yıllardır artık bir demokrasi değil, bir tek adam rejimi, bir diktatörlük. Dolayısıyla iç koşulları bakımından Türkiye bugün itibarıyla haydut devlet kıstaslarının tamamını yerine getiriyor.
DIŞARIDAKİ İMAJI ÇOK DAHA VAHİM
Dışarıda ise durum çok daha vahim. Başka bir haydut devlet olan İran’a nükleer silah üretmesin diye uygulanan yaptırımları Zencani-Zarrab ikilisiyle ve Erdoğan rejiminin bilgisi, onayı ve desteğiyle delen bir Türkiye var. Bugün ABD’de gerçekleşen Zarrab davasının uluslararası hukuk boyutu bu. İran’ın nükleer programını desteklemek Erdoğan yönetiminin bir devlet politikası olarak uyguladığı bir dış politika seçimiydi. Rüşvet zinciri bu işin temel motivasyonu da olsa (işin adi suç boyutu), izlenen politikanın bir haydut devlet politikası olması, olayın uluslararası hukuk bakımından da suç teşkil etmesi gerçeğinin üzerini örtmeye yetmiyor.
Yine aynı istikamette, Arap Baharı’ndan bugüne Erdoğan rejimi ısrarla selefi-cihatçı terörist grupları ve İslamcı hareketleri destekledi ve destekliyor. Suriye’de ve Irak’ta faal olan El-Kaide türevi El-Nusra gibi terörist gruplara ve bunlara paralel ideolojilere sahip, dahası benzer araçları kullanan diğer İslamcı cihatçılara Özgür Suriye Ordusu çerçevesinde ciddi mühimmat, silah ve lojistik yardımı sağlıyor. Mısır’da ve diğer bazı Afrika ülkelerinde de Müslüman Kardeşler ve türevi gruplara siyasi destek verdiği sır değil. Türkiye Ortadoğu’da bir istikrar değil bir huzursuzluk odağı. Kendi seksen yıllık Ortadoğu politikalarını elinin tersiyle iten ve rejim değiştirmek ve mezhepçi bir anlayışla, körfezdeki Katar gibi bazı kabile devletleri seviyesinde hesapsız, çapsız ve orantısız öz güç algısına dayalı İslamcı bir politika güderek, gerek bölgesinde, gerekse kendi içerisinde istikrarsızlığa, tahribata ve sosyoekonomik yıkımlara neden oluyor. Selefi İslam anlayışı Erdoğan rejiminde Türkiye’de adeta bölünerek ve geometrik hızla çoğalırken, Erdoğan’ın bir taraftan kamusal, diğer taraftan ise abrakadabra finansal kaynaklarla hâkim olduğu ya da elindeki kontrolsüz güçle baskı altına aldığı medya, toplumu bilgilendirmek bir yana, adeta rejimin propaganda aracı. Dolayısıyla Türkiye halkı, kapalı bir topluma dönüşmüş durumda. Olan-bitenden habersiz, kendilerine Erdoğan rejiminin anlattığı masallara inanarak, “müreffeh ve güçlü” bir “dünya gücü” Türkiye’ye inanıyorlar. Üniversiteler ve aydınlar büyük bir baskı altında.
NATO ÜYESİ BİR ‘HAYDUT DEVLET’
Türkiye’yi diğer haydut devletlerden ayıran önemli bir fark var. Türkiye bir NATO üyesi. AB ile üyelik müzakerelerini – kâğıt üzerinde de olsa – yürütmekte olan bir ülke. Evet, bunlar çetin çelişkiler. Dolayısıyla Batı askeri işbirliği ve istihbarat topluluğu çerçevesinde halen kendisiyle çeşitli alanlarda işbirliği yapılıyor. Derin ticari çıkarlarla ve geniş ekonomik ilişkiler hacmiyle, AB’ye bağlı durumda. Gümrük Birliği çerçevesinde AB ortak pazarının bir parçası. Bu konumda bir ülkenin haydut devlet haline dönüşmesi, Türkiye’nin ortaklarını endişelendiriyor. Türkiye’de olan 3 milyonun üzerinde Suriyeli mülteci, Avrupa kapılarına dayanmak için bekliyor ve Erdoğan bu “kartı” elinde etkili bir joker olarak AB ile pazarlıklarda sıklıkla gündeme getirmekten, çekinmiyor. Bu da yine bir haydut devlet özelliği elbette ve fakat işe de yarıyor. Bu durumda ne AB ve başta Almanya olmak üzere Avrupalı müttefikler, ne de NATO ve ABD, Türkiye’deki korkunç insan hakları ihlallerine ve hukuksuz rejime karşı sesini güçlü şekilde yükseltebiliyor. Evet, NATO üyesi olan ve AB ile tam üyelik müzakereleri yürüten bir devletin haydut devlet haline gelebileceğini sanırım hiçbir uzman öngörememişti. Ancak olan tam da bu ve bu durum Batılı devletler için önemli bir meydan okuma. Çünkü normlar ve reel çıkarları arasında tercih yapmaları gerekiyor. Kısa dönemde Türkiye’nin yoldan çıkmasını görmezden gelmek avantajlı görülse de, orta ve uzun dönemde Türkiye’de meydana gelen rejim değişikliğine duyarsız kalmak ve Erdoğan’ın Türkiye’yi haydut devlete çeviren tehlikeli yolunu kabullenmek, AB ve NATO için ciddi riskleri beraberinde getirebilir.
ÇEVRELEME STRATEJİSİ BAŞLATILMIŞ GÖRÜNÜYOR
Haydut devletlerin ekonomik hayat damarlarını kesmek, güvenlik işbirliğini minimum seviyeye geriletmek, insan hareketliliğini vize önlemleri veya iptalleri gibi yollarla engelleyerek ülke içi sosyal baskı dinamiklerini harekete geçirmek gibi yöntemler başlatılmış görülüyor. Yakın dönemde AB müzakerelerinin dondurulması, sonraki aşamada ise sonlandırılması düşünülen önlemler arasında. Bunları şimdiden talep eden birçok AB lideri var. Türkiye’nin Rusya güdümüne giren maceraperest dış ve güvenlik politikaları, özellikle Suriye’de ABD ve NATO’dan tümüyle kopan Türk politikası ile Rusya’dan füze savunma sistemi satın alınmasına dair yaşanan süreç, ABD ve NATO’nun Türkiye konusunda daha somut adımlar atmasına kapıyı aralayabilir. Dahası, bu yeni durum Türkiye’nin güney kuşağında ABD’nin ve İsrail’in Kürt politikasını daha ileri bir merhaleye taşıyabilir. Finansal işbirliği bağlamında Türkiye’nin risk faktörünün azami seviyeyi aşması, ciddi bir yatırım çöküşü, likidite sorunu ve döviz darlığına neden olabilir. Tüm bu araçlar sırasıyla rejimi çevrelemek için kullanılıyor, kullanılacak.
2019 yılında yürürlüğe girecek anayasa maddeleri ile bugünkü fiili rejim hukuk tekniği açısından da resmiyet kazanmış olacak. Bu bir yıllık süre zarfında gerek iç dinamikler, gerekse de uluslararası toplum Türkiye’nin anayasal rejime dönmesinin ve hukuk devletinin yeniden inşasının kendileri için ne kadar önemli olduğunu ortaya koyacak. Zarrab davasının sonucu önemli bir aşama. 2018 Erdoğan rejimi için zor bir yıl olacak.
(tr724)