Yorum | Bülent Keneş |
Siyasi analistler ve stratejistler uzmanı oldukları alanlarda yaptıkları analizlerde ve öngörülerde bilimsel somut veriler kadar o alanlarda edindikleri tecrübelerle hassaslaşmış sezgilerini de kullanırlar. Samuel Huntington’ın ilk kez Soğuk Savaş’ın sona ermesinin hemen ardından 1993 yılında Foreign Affairs dergisinde ileri sürdüğü, daha sonra 1996’da detaylandırarak kitaplaştırdığı “medeniyetler çatışması” tezi de herhalde somut bilimsel veriler ile uzun yıllara dayalı rafine tecrübeden süzülüp gelen sezgilerin bileşiminden oluşan böyle bir öngörüydü.
Huntington’ın kehaneti, üstelik onun düşündüğünden belki çok bile erken bir tarihte, maalesef gerçekleşmiş durumda. Ciddi bir farkla ki, ortada medeniyetler arası bir çatışmadan bahsedemeyiz. Çünkü yaşanmakta olan çatışma; hiçbir dini, ahlaki, hukuki, insani yaklaşımla tevil edilemeyecek kuralsız, hukuksuz, gaddarca bir barbarlıktan ibaret. Ve çünkü yaşanmakta olan, köklü bir medeniyete ruh veren İlahi bir dinin kutsal bildiği ne varsa hoyratça istismar eden bir barbarlar güruhunun, en başta konjonktürel hastalıklarından türediği kendi kültürel havzası olmak üzere, dünyadaki tüm kültürel havzalarda yeşermiş medeni olan ne varsa ona karşı giriştiği bir yok etme savaşıdır.
ORTADA BİR MEDENİYETLER ÇATIŞMASI YOK, SADECE BARBARLIK VAR
Hiç evirip çevirmeden, eğip bükmeden diyeceğimizi doğrudan diyelim: Dünya şehirlerini tek tek dolaşan radikal İslamcı terörün İslam’la olan alakası sadece isimlendirilmesinden ibarettir. Çünkü, her ne kadar 18 bin alemden bahsedilse de, bildiğimiz anlamdaki tüm kaide ve pratikleriyle İlahi dinler sadece insanlar içindir. Ayrım gözetmeksizin insanları katletme alçaklığını şiar edinmiş herhangi bir fanatik yaratıklar topluluğunun insanlığından bahsedilemeyeceğine göre, dininden bahsetmek de abesle iştigaldir. İnsanlıktan çıkmış bu insanlık düşmanlarının insanlığı temelden sorunluyken tüm ilkelerine ihanet ettikleri dinlerini tartışmalara mevzu etmek, bu barbar vahşilere hak etmedikleri büyük bir prim vermektir.
ÖYLE BİR DÜNYA SAVAŞI Kİ NUMARASI YOK, ADI VAR
Hal bu iken, sahadaki gerçeklik maalesef değişmiyor. Dünya tıpkı “Soğuk Savaş” gibi numarası değil, belki sadece adı konulabilecek olan korkunç bir dünya savaşı ile karşı karşıya bulunuyor. Köklü bir medeniyet havzasının konjonktürel çürümüşlüğünün üreterek korkunç bir epidemik gibi hızla yaydığı ölümcül hastalıklardan beslenen fanatizm kendisine diğer havzalardan karşıtlar üretmekte de gecikmiyor. Irkçılık, yabancı düşmanlığı kendisine yeniden mümbit bir zemin bulurken son yıllarda çok ciddi bir hastalığa dönüşen İslamofobi bu karşılıklı etkileşimin korkunç bir mahsulü olarak dokunduğu her yerde hayatları karartıyor.
En son Perşembe gecesi İspanya’ya uğrayarak kendisini önce Alcanar’daki bir patlamayla gösteren bu barbarlık Barselona’da 13 kişinin hayatını yok ederken, 100’den fazla insanı yaralamış bulunuyor. Bu saldırıdan hemen sonra ülkenin bir sahil kasabasında ikinci bir saldırı hazırlığının farkedilerek önlenmesi, barbarların son saldırısının kapsamı hakkında bir fikir veriyor. İnsanlığın yüz karası 4 saldırganın öldürülüp, 1’inin yaralı olarak ele geçirilmesinin çok büyük bir felaketi engellediği söyleniyor. St. Petersburg, Stockholm, Paris, Nice, Nantes, Brüksel, Londra, Barselona ve diğer Avrupa şehirlerini hedef alan bu barbar saldırıları, tıpkı İslamofaşist Erdoğan’ın tehdit ettiği gibi, gün be gün “Avrupalıları kendi sokaklarında rahatça yürüyemez” hale getiriyor.
GLOBAL TERÖR VE DÖRDÜNCÜ NESİL SAVAŞ
Gündelik hayatta kullanılan herhangi bir aracı en ölümcül silahlara dönüştürebilen bu fanatik barbarlar, yeryüzünde medeniyete, özgürlüğe ve insanlığa dair ne varsa ona karşı asimetrik bir savaş başlatmış bulunuyor. Strateji uzmanları bu türden asimetrik bir savaşı, güçsüz olan askeri birliklerin daha güçlü olan askeri birliklere karşı yürüttüğü gayrinizami harp niteliğindeki bir yöntem olarak tanımlasa da, aslında burada sözkonusu olan hiçbir kurala tabi olmayan en vahşi terör yöntemlerinin alçakça kullanılmasından ibaret.
Terörün en önemli unsur haline geldiği bu saldırganlık türüne “dördüncü nesil savaş” diyenler de yok değil. Üzerinde uluslararası mutabakat sağlanmış ilk üç neslinin kümelendiği konvansiyonel savaşlara dair tüm kuralların ve kısıtlamaların devre dışı kaldığı bu yeni nesil savaş türünde, harp ile siyaset, asker ile sivil, barış ile çatışma, savaş alanı ile emniyetli bölge arasındaki hatlar iyice bulanıklaşarak yok oluyor. Bahsi edilen aslında ahlaksız ve kuralsız bir savaş türü olarak terörden başkası değil.
Bu savaşta saldırganı, konvansiyonel savaşların aksine, bir devlet oluşturmuyor. Şiddete yatkın ve hatta şiddeti kutsayan sapkın bir ideolojik ağ ya da örgüt saldırıya geçiyor. “Dördüncü nesil savaş,” terörizme ve asimetrik savaşa benzerlik gösterse de aslında daha geniş bir alanı kapsıyor. Bu tür savaşlarda önceki nesil savaşlarda kabul edilemez addedilen tüm insanlık dışı yöntemler sıklıkla kullanılabiliyor. En iyi temsilini IŞİD ve el-Kaide’nin terör eylemlerinde bulan bu kuralsız savaş türü belki de dünyanın bugüne kadar karşı karşıya kaldığı en büyük belayı teşkil ediyor.
DÜŞMAN GÖRDÜKLERİNİN KÜLTÜRÜNÜ, YAŞAM TARZINI HEDEF ALIYOR
Uzmanlarına göre, bu tür savaşlar klasik savaşlarla mukayese edilemeyecek düzeyde karmaşık ve uzun dönemli olabiliyor. Hukuka bağlı meşru yapıların hareket alanlarını kısıtlayan ülke sınırlarıyla kendisini bağlı hissetmeyen ve milli sınırlara takılmayan bir karakter taşıyor. Neticede uluslararası hukukla belirlenen sınırlar terör örgütleri gibi hukuksuzlar için hiçbir anlam ifade etmiyor. Sınırlara takılmıyor ve Huntington’un tezini de büyük ölçüde dayandırdığı gibi düşman olarak gördüklerinin doğrudan kültürünü ve yaşam tarzını hedef alıyor.
Oluşturduğu şok ve tedhiş travmasıyla terörize ettiği kitlelere bir nevi psikolojik harekât uyguluyor. Aynı yolla nüfuz edebildiği medyayı manipülasyonla toplumdaki şok etkisini büyütüyor ve paralize ediyor. Kullandığı araçların ise ne ahlaki, ne fiziki herhangi bir sınırı bulunmuyor. Politik, ekonomik, sosyal ve askeri bütün unsurları bir silah gibi kullanabiliyor.
Savaş ve barış arasındaki ayrımın bulanıklaşıp ortadan kalktığı bu savaş, önceden belirlenmiş muharebe alanlarının veya cephelerin olmadığı, siviller ve askerler arasındaki farkın ortadan kalktığı savaş türlerinin en adisini teşkil ediyor. Düşman olarak görüleni topyekûn yok etmeyi hedeflemese de terörize ederek maneviyatını kırmak suretiyle etkili olmayı amaçlıyor. Terörist saldırılarla yıldırmak, asimetrik savaş unsurları ile hareket ve tepki kabiliyetlerini kısıtlamak suretiyle toplumları çaresizlik psikolojisine düşürmek bu savaşın başlıca taktiklerini oluşturuyor.
İSLAMOFAŞİST ERDOĞAN REJİMİ HANGİ SAFTA YER ALIYOR?
Peki İslamofaşist Erdoğan rejimi, tüm dünyayı kasıp kavurduğu için “dünya savaşı” şeklinde adlandırılmayı fazlasıyla hak eden bu savaşta nerede duruyor? Hangi safta yer alıyor? Medeniyet ve medenilerin safında mı, yoksa insaniyet ve medeniyet açısından nesepsiz ve soysuz barbarların safında mı?
Erdoğan rejiminin bu savaşta durduğu yerin koordinatlarının belirlenmesinde kullanabileceğimiz iki esaslı unsur bulunuyor: Söylemleri ve eylemleri… Her iki unsur açısından da ele alındığında Erdoğan ve İslamofaşist dikta rejiminin, retorik düzeyde farklı bir pozisyonda olduğuna dair aldatıcı bir algı oluşturma çabalarını bir yana bırakacak olursak, bu ahlaksız ve kuralsız savaşın barbarlar safında yer aldığı rahatlıkla söylenebilir.
Erdoğan rejimi, zihniyet akrabalığı içerisinde bulunduğu IŞİD ve el-Kaide gibi barbar örgütlerin ideolojik temellerini inşa eden tüm aktörlerle açıktan ya da örtülü ilişkiler geliştirmiş durumda. Dahası Türkiye’de de medyadan Diyanet’e, polisten istihbarata, eğitimden dinci oluşumlara varıncaya kadar kullandığı tüm araçlarla başta genç nesiller olmak üzere kitleleri aynı zihniyet doğrultusunda sistematik şekilde radikalleştirmek için kapsamlı bir toplum mühendisliği yürütüyor.
Öte yandan, Erdoğan ve ailesi ile başında bulundukları İslamofaşist rejimin IŞİD, el-Kaide ve benzeri radikal terör yapılarıyla alengirli ilişkilerinin onlarca somut delili bulunuyor. Erdoğan rejiminin HAMAS’tan Hizbullah’a, İBDA-C’den Tahşiyecilere varıncaya kadar el-Kaide ve diğer radikal dinci terör örgütlerinin Türkiye’deki tüm uzantılarına olabildiğince geniş bir alan açtığını, bu tür terör yapılanmalarını koruyup kolladığını sağır sultan bile duydu. Ve iş nihayet, müthiş bir özgüven patlaması yaşayan Erdoğan dikta rejiminin, bu tür radikal terör yapılarıyla olan tuhaf ilişkilerini saklamaya ihtiyaç duymadığı bir noktaya gelip vardı.
IŞİD’E, EL-KAİDE’YE DESTEK VE HOŞGÖRÜ, POLİSE, GAZETECİYE CEZA
Tahşiyecilerin, Hizbullah’ın, el-Kaide, IŞİD ve benzeri lokal ya da global radikal örgütlerin fanatik militanlarının Türkiye’de rahatça hareket edebilme serbestisi, propaganda yapabilme, adam devşirme ve eğitme imkanları dünyanın hiçbir yerinde bulunmuyor. Göstermelik bazı operasyonlara aldanmayın. Erdoğan rejimi altındaki Türkiye’de daha düne kadar El-Kaide ve IŞİD propagandası açıktan yapılıyorken, bu tür yapılarla ilgili haber yapan gazeteciler, operasyon yapan polis ve savcılar Erdoğan’ın düzmece mahkemelerinde halen müebbet hapislerle yargılanıyor. Bu somut gerçeğin ötesinde başka bir söze belki gerek yok ama, Erdoğan’ın IŞİD, el-Kaide gibi radikal terör örgütleriyle yakın ilişkilerine dair delilden çok bir şey de bulunmuyor.
Neticede, işgal ettiği Musul Konsolosluğu’nda Konsolos dahil 49 vatandaşımızı rehin aldığı günlerde bile IŞİD’e terör örgütü diyemeyen bir rejimden ve İslamofaşist bir liderden bahsediyoruz. Kapısına kadar dayanmış IŞİD’e olan güveninden dolayı Konsolosluğu tahliye etme ihtiyacı duymayan Erdoğan rejiminin ciddi şüpheler uyandıran bu sorunlu güveninin kaynağını enine boyuna sorgulamak gerekmiyor mu? Kaldı ki, binlerce MİT TIR’ı IŞİD ve benzeri örgütlere yıllarca silah taşımadı mı? Konya-Adana hattında Suriye’ye gitmekte olan roket parçaları yakalanmadı mı? Daha da ötesi, Erdoğan rejiminin Suriye’deki katliamcı radikal örgütlere verdiği sarin gazı yapımında kullanılabilecek kimyasallar belgelenmedi mi?
İleride IŞİD’ın parçalarını oluşturacak radikal militanlar Türkiye’de eğitilmedi mi? Türkiye uluslararası radikal dinci teröristlerin kolayca Suriye’ye gidip geldiği konforlu bir otobana dönüştürülmedi mi? Bundan dolayı St. Petersburg’dan Brüksel’e, Berlin’den Stockholm’e kadar dünyanın neresinde bir IŞİD ya da el-Kaide saldırısı olsa saldırganların yolunun mutlaka Türkiye’den geçtiğine dair korkunç bir gerçekle karşı karşıya kalınmadı mı? Bu tür kanlı terör saldırıları ajanslara düşer düşmez yine bir Türkiye bağlantısı çıkacak diye halen herkesin yüreği ağzına gelmiyor mu?
EĞRİ OTURUP DOĞRU KONUŞALIM…
Eğri oturup, doğru konuşalım; yaralanan IŞİD komutanlarının Hatay ve Kilis hastanelerinde tedavi edildiklerini gösteren fotoğraflar sayfa sayfa yayınlanmadı mı? Ortadoğu’daki tüm terör şebekeleri ile ilintili hale gelen, ilinti kurabileceği bu türden bir örgüt yoksa bizzat kuran MİT, Libya’dan sevk ettiği silahları Suriye’ye taşıyarak IŞİD ve benzeri radikal terör örgütlerini silahlandırmadı mı? Her gün IŞİD’in boşalttığı alanlardan Türkiye menşeli silahlar, patlayıcılar, mühimmat çıkmıyor mu? IŞİD’in Suriye ve Irak’ta ele geçirdiği bölgelerde çıkardığı petrolü Erdoğan rejimi alıp satarak bu terör örgütüne yüz milyonlarca dolarlık kaynak sağlamadı mı?
Erdoğan, Reyhanlı’da onlarca vatandaşımızı katlettiği durumda bile IŞİD’e terör örgütü diyemezken, depderin stratejik dehasıyla Türkiye’nin başına türlü gaileler açan Ahmet Davutoğlu “öfkeli gençler”, sonradan olma AKP’li Orhan Miroğlu gibi derin devlet devşirmeleri “IŞİD terör örgütü değildir” demek suretiyle bu katil barbarlar sürüsünü halka sevimli göstererek meşrulaştırma çabasına girişmediler mi? Erdoğan’ın Avrupalı siyasetçileri tehdit ettiği her defasında, tehdidin üzerinden günler, bazen de saatler geçmeden bir Avrupa şehri bombaların ya da katliamların hedefi olmadı mı? Bunların hepsi mi çok kötü bir tesadüften ibaretti?
ERDOĞAN’IN DURDUĞU YERİN KOORDİNATLARI BARBARLARINKİYLE ÖRTÜŞÜYOR
Türkiye’yi radikal terör örgütlerinin üssü, beslenme ve güçlenme alanı haline getiren Erdoğan rejimi, SADAT, Osmanlı Ocakları, parti gençlik örgütleri, Nurettin Yıldız ve türevleri gibi radikal dinbazları, mafya ve çete örgütlerini, Diyanet’i, eğitim sistemini radikal dinciliğin kuluçkalandığı üretim merkezleri haline getirmedi mi?
Huntigton öngörüsünde belki haklıydı ama bir noktada yanıldı. Ortada medeniyetler arasında bir çatışma yok. Her medeniyet havzasının medenilerine düşman yobaz ve fanatik barbarların ahlak ve kural tanımaz saldırıları var. Tüm dünyayı hedef alan bu saldırılar maalesef gün be gün asimetrik bir dünya savaşı görüntüsüne daha fazla bürünüyor. Tuhaf ama gerçek: İslamofaşist Erdoğan rejiminin bu savaşta konuşlandığı yerin tüm koordinatları barbarların durduğu yerle birebir örtüşüyor.
(TR724)