Romanya Haber

Reşha Olmak Vaktidir..

[Faik Can]

İnsanın var oluş gayesi Allah’a kulluk etmektir (Zâriyat/56). İbadetten kastedilen ise İbn-i Abbas Hazretlerinin tefsiriyle “Marifetullahtır”. Allah’ı tanımak, bilmek, varlığını, esma ve sıfat tecellilerini vicdanda zevk edip yaşamaktır. Masivadan sıyrılıp O’nu bulmak (fenâ fillah) sonrasında başka her şeye kapanıp O’nunla bekâ bulmak (bekâ billah) ahsen-i takvime mazhariyetin en temel şartıdır. Bizim tarihimiz bu uğurda ortaya konan gayretlerin, çekilen çilelerin ve nefisle yaka paça olmaların da tarihidir. Pek çok Hak dostu, vuslata ermek için bir ömür, dur durak bilmeden yol yürümüşlerdir. Tasavvuf ekolleri, tarikatlar hep bu mücahedelerden tezahür eden vicdani tecrübelerin hasılasıdır.
Bediüzzaman Hazretleri, Allah’a ulaşma, O’nun marifet ve muhabbetine nail olma adına takip edilen yolları başlıca üç kategoride ele alır. Bu üç yol birbirinden tamamen kopuk ve ayrı değildir. Aralarında kısmen geçişkenlikler de vardır. Bunlardan birinde gidenler diğer yolların unsurlarını da kullanırlar ama esas olan kendi çizgileridir.
Bu yollardan ilki, daha çok sadece akıllarını ve tefekkür melekelerini kullanan, delilden neticeye varmaya çalışan filozofların ve bilim insanlarının yoludur. Güneşle münasebeti içinde çiçek (zühre) bu yolun yolcularına güzel bir misaldir. İkinci yol, nefis tezkiyesini esas alan, nefis mertebelerinin birinden diğerine geçmeyi, kötü huylardan, ahlak-ı seyyieden arınmayı, manen tekâmülü hedefleyen ehl-i velayet veya tasavvufun yoludur. Bunlar aklı, düşünceyi ve ilmi de kullanırlar. Güneşle münasebetleri açısından denizlerde, göllerde ve nehirlerdeki su damlacıkları (katre) bunların misalidir. Üçüncü yol ise Nübüvvet yoludur. Peygamberlerin gölgesinde, Onların varisi olarak yürünür. Kalbin tasfiyesine ve safvetine, kâmil imana, teslimiyete, sadakate, maiyyet-i ilahîyi her an vicdanda duyup zevk etmeye ve ihsan şuuruna dayanır. Enaniyetten bütünüyle uzaklaşmayı, acz ve fakrı esas alır. Naza, şatahata yer vermez ve niyaz eksenli bir kulluğu salıklar. Güneşle münasebeti açısından bir çiğ damlası, hava kabarcığı ya da bu ölçüde bir damlacık (reşha) bu üçüncü yola güzel bir misal teşkil eder.
Bu üç yol arasında mutlak bir ayrılık yoktur. Her birinde diğer yolların unsurlarından belli ölçülerde bulunur. Bilhassa üçüncü yolda ilim, hikmet ve tefekkür de vardır. İkinci yolda yine kalbin tasfiyesine, acz ve fakra da önem verilir. Ama her yolun hâkim rengi kendi unsurlarıdır.

Zühre (çiçek)
Çiçeğin kökü gübreli topraktadır. O, içine kök saldığı toprağa, zemine, kendine esas aldığı düsturlara, prensiplere çok bağlıdır. Oradan kopup da güneşe yükselemez. Kendi güzelliklerine de belli ölçülerde meftun olduğu için yüzü daha çok kendine dönüktür. Yani, enaniyetten kolay kolay sıyrılamaz. Bu sebeple onun güneşten istifadesi, güneşin ışığındaki renklerle sınırlıdır. O, güzelliğini, rengini, kokusunu kendinden bilmeyip güneşe verdiği ve yüzünü topraktan çevirip güneşe döndürdüğü zaman güneşle kısmî bir yakınlık kurar. Bundan daha öte güneşle kurabileceği bir yakınlık yoktur. Bu yolda, aklî ve ilmî kabule dayalı bir imanın ve teveccühün (ilme’l-yakîn) ötesine geçmek çok mümkün değildir.
Katre (damla)
Üstad Hazretlerinin ikinci yola misal olarak gösterdiği katre (damla), belli ölçülerde enaniyetten, kendini görüp beğenmekten ve nefsin daha pek çok kötü sıfatlarından arınmış, kalbini güneşe açmıştır. Geceleri yakamozlar oluşturup ayı kendinde yansıtır. Gündüz de varlığına inandığı güneşin hararetini, ışığını ve hatta güneşin küçücük bir aksini kendinde taşır. Ona düşen bu hararetin, ışığın ve küçücük güneşin kendinden olmadığını bilip itiraf etmektir. Bunun yolu da günahlardan kaçınıp ibadet ü taat ve evrad u ezkâr ile daha da şeffaflaşarak güneşten istifadeyi artırmaktır. Fakat ne kadar çalışsa da damla, güneşi ancak kendinde taşıdığı harareti, ışığı ve küçücük aksi kadar bilebilir. Dolayısıyla marifeti (irfanı) kendi kapasitesiyle ve bu kapasitenin müsaade ettiği ölçüdeki müşahedesiyle sınırlı olacaktır.
Eğer o, kendinde yansıyan harareti, nuru ve küçücük güneşi, güneşin bizzat kendisi zannedecek olursa büyük bir hata yapmış olur. (Böyle durumlar hararetin ve nurun yansımasının tesiriyle özellikle kendini güneşte fani görme gibi hallerde vuku bulabilir.) Böyle bir hata bilerek ve ilmen yapılmadığı takdirde mazur görülür. Fakat, söz konusu hata hâle mağlubiyetten, güneşin yansımasının aklı ve iradeyi elden alan tesirinden değil de, aklî ve ilmî olarak öyle görmekten kaynaklanırsa mazur görülmez. Katrenin iman ve marifetteki derecesi, daha çok ayne’l-yakîn seviyesindedir.
Reşha (Hava zerresi, çiğ tanesi veya damlacık)
Üçüncü yolu temsil eden reşha bütünüyle şeffaftır. Maddesi adeta erimiş gibidir (adanmışlık). Benliksizdir ve enaniyet adına hiçbir şey taşımaz. Ne varlıkta ne de kendisinde, kendisine atfedilecek bir şey olduğu iddiasında değildir (beklentisizlik). O, güneşin hararetiyle birden buharlaşır. İçindeki kesif madde güneşin ateşiyle birden yanar ve nura döner. Güneşin şualarından birine yapışarak kendini ifnâ eder, o da bir şuaya dönüşür.
Reşha güneşle doğrudan tanışmış, onu doğrudan tanımıştır. Güneşin hararetini, nurunu bizzat tecrübe etmiş, bu ısı ve ışık içinde yeniden yoğrulmuş, adeta nurdan bir şule haline gelmiştir. O, güneşe doğrudan aynalık eder ve güneşin eserlerini güneşe vermekte hiç zorluk çekmez.
“Hak tecelli eylemez, perdede ben var iken; Şart-ı izhâr-ı vücudundur, adîm olmak bana” düşüncesiyle kendini ne kadar yok ederse, güneşe o ölçüde ayinedarlık edeceğinin idrakindedir. Bu sebeple güneşle arasında hiçbir perde yoktur. Güneşin icraatı ve sıfatlarıyla doğrudan karşılaşır ve bunları bütün varlığıyla bizzat tecrübe eder. İşte reşhanın güneş hakkındaki marifeti ve güneşe dair elde ettiği ilmi bütünüyle doğrudur, hakikattir. Reşha, hakka’l-yakîn kahramanıdır.
Kim bilir, belki de bu süreç zührelerin, katreye, katrelerin reşhaya dönüşmesine vesile Rabbânî bir eğitim dönemidir!
(TR724)