[Ahmet Bozkuş]
Aynı zalimin zulmüne maruz kalan farklı mahallelerden insanların birbirini dinlememesi, dinlemek bile istememesi ve dolayısıyla anlamaması ve hatta suçlaması karşısında dilimden dökülüverdi başlıktaki cümle: “Zalim daha ne ister!”
Yegâne maksadı elindeki gücü ebediyen muhafaza etmek olan ve bu maksada ulaşmak için kullanacağı yöntemlerde herhangi bir ahlak kuralı, din terazisi ve insani değer gözetmeyen bir zalimin önündeki tek engel, vicdan ölümü gerçekleşmemiş insanların ittifakıdır. Pislikten beslenen parazitler, bulaşıcı hastalıklar, mikroplar temizlikten ne kadar nefret ederse cehaletten beslenen zalimlerin de en büyük korkusu beynini kullanabilen insanlar topluluğudur. Öyle tek başına değil, hem beynini kullanabilen hem de birlikte düşünebilen insanlar topluluğu…
DETONE KÖTÜLÜK ORKESTRASI
Çok bağırmayı, fazla gürültü çıkarmayı, kornaya daha çok basmayı ve minarelerin hoparlörlerini dahi kendi emelleri için kullanmayı bir maharet sayan detone kötülükler imparatoruna karşı solo performans gösteren insanlar birer kahraman olsalar bile yalnız kaldıkça yorulacak ve azalacaklardır. İşleri ellerinden alındığı için ölüm orucuna başlayan iki insanın onurlu duruşu ne kadar alkışı hak ediyorsa onların böyle yalnız kalışı derin bir pişmanlık sebebi. Onlar kendilerini açlığa mahkûm etmeselerdi de biz, aynı zalimin zulmüne maruz kalan insanlar, hep beraber çay içsek, türkü söylesek, halay çekseydik…
Görünen o ki; aklı, mantığı ve vicdanı ölüme mahkûm eden zalim zihniyet iki insanın eriyip gitmesi karşısında da en küçük bir adalet emaresi göstermeyecek ve hatta bu eriyip hayattan kopuşu içten içe, derin bir haz duyarak izleyecektir. Ve sonra biz “unutmayacağız” “ölümsüzdür” yazılı pankartlar taşıyarak tesirsiz yaslar tutacağız.
Oysa böyle olmamalıydı.
Yüzlerce gazeteci, on binlerce öğretmen, on binlerce kadın ve çocuk, yüz binlerce insan tırpanlanırken biz acı tartmayı bırakıp, dünün defterlerinden birbirimizi dövecek sebepler aramaktan vazgeçip, “bu yara bizimdir, bu yangın bizi yakmaktadır” diyebilseydik. Bu çirkin sesli detone kötülük orkestrasına karşı, bin farklı enstrüman bir araya gelip iyilik ve adalet senfonisi olabilseydik. O zaman gıkı bile çıkamazdı antik kentlerde yemekli organizasyon düzenleyen, çöktükleri sanat üniversitesinde düğün yapan, gasp ettikleri hastaneyi siyasi parti bürosuna çeviren, yeşilden, m aviden ve güzel olan her şeyden nefret eden bu görgüsüzler orkestrasının.
Öyle olmadı ama ne yazık ki…
SIRA DAYAĞINDAKİ HÂLİMİZ
Sıra dayağı yiyen bir sınıf dolusu öğrenciydik. Bizden önce dayağa maruz kalanlara bakıp sanki sıra bize hiç gelmeyecekmiş gibi onların yedikleri dayağı nasıl da hak ettiklerini düşündük. Elindeki sopayla sınıfa nefret saçan vicdansız şahsın zulmünü meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramadı bu tavrımız. Sınıftan birkaç kişi ses çıkarır gibi oldu, onlara da ya çatal fırlattık ya da “siz zamanında bu zalimle beraber yürüyordunuz” dedik. Hatta bazılarımız biraz daha zaman kazanmak için bazılarımızı ön sıralara itiverdik. Ve sıra dayağında sıra hepimize geldi. Ne birlikte konuşabildik ne birlikte susabildik. Zalimin işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramadık. Zalim daha ne ister!
Zalimin zulmünden kurtulmak için bulunabilecek en haysiyetsizce yöntem olan “onunla beraber zulmetmek” fikrinde buluşan zavallılara diyebilecek hiçbir şey yok. Onlar zaten insanlıktan istifa ettiler.
İnsan olarak kalanlar, acıyı duyanlar, zulme “zulüm” diyebilenler, zalime secde etmeyenler, adalet isteyenler… Aynı sofraya oturamadık, aynı türküyü tutturamadık, aynı halaya duramadık. Babası tutuklanan gencecik bir kız intihar etti, yanında olup onu yaşamaya ikna edemedik. İki insan günden güne kopuyor bu hayattan “birlikte yaşayalım, zalimler ölsün” diyemedik. Bu da bize dert olsun.
Yine de bu tükenmiş bir ümidin yazısı değil. Sadece şu ana kadarki durum değerlendirmesi. Hikâye henüz bitmedi. İyiler sadece masallarda kazanacak diye bir kaide yok. Yara bantlarımızı paylaşabilirsek bu karanlığı birlikte yenebiliriz. Birlikte kazanamadığımız bir mücadelenin tam karşısında teker teker kaybetmek var. Ne olacağına zalimler değil mazlumlar karar verecek.
(tr724)
Yegâne maksadı elindeki gücü ebediyen muhafaza etmek olan ve bu maksada ulaşmak için kullanacağı yöntemlerde herhangi bir ahlak kuralı, din terazisi ve insani değer gözetmeyen bir zalimin önündeki tek engel, vicdan ölümü gerçekleşmemiş insanların ittifakıdır. Pislikten beslenen parazitler, bulaşıcı hastalıklar, mikroplar temizlikten ne kadar nefret ederse cehaletten beslenen zalimlerin de en büyük korkusu beynini kullanabilen insanlar topluluğudur. Öyle tek başına değil, hem beynini kullanabilen hem de birlikte düşünebilen insanlar topluluğu…
DETONE KÖTÜLÜK ORKESTRASI
Çok bağırmayı, fazla gürültü çıkarmayı, kornaya daha çok basmayı ve minarelerin hoparlörlerini dahi kendi emelleri için kullanmayı bir maharet sayan detone kötülükler imparatoruna karşı solo performans gösteren insanlar birer kahraman olsalar bile yalnız kaldıkça yorulacak ve azalacaklardır. İşleri ellerinden alındığı için ölüm orucuna başlayan iki insanın onurlu duruşu ne kadar alkışı hak ediyorsa onların böyle yalnız kalışı derin bir pişmanlık sebebi. Onlar kendilerini açlığa mahkûm etmeselerdi de biz, aynı zalimin zulmüne maruz kalan insanlar, hep beraber çay içsek, türkü söylesek, halay çekseydik…
Görünen o ki; aklı, mantığı ve vicdanı ölüme mahkûm eden zalim zihniyet iki insanın eriyip gitmesi karşısında da en küçük bir adalet emaresi göstermeyecek ve hatta bu eriyip hayattan kopuşu içten içe, derin bir haz duyarak izleyecektir. Ve sonra biz “unutmayacağız” “ölümsüzdür” yazılı pankartlar taşıyarak tesirsiz yaslar tutacağız.
Oysa böyle olmamalıydı.
Yüzlerce gazeteci, on binlerce öğretmen, on binlerce kadın ve çocuk, yüz binlerce insan tırpanlanırken biz acı tartmayı bırakıp, dünün defterlerinden birbirimizi dövecek sebepler aramaktan vazgeçip, “bu yara bizimdir, bu yangın bizi yakmaktadır” diyebilseydik. Bu çirkin sesli detone kötülük orkestrasına karşı, bin farklı enstrüman bir araya gelip iyilik ve adalet senfonisi olabilseydik. O zaman gıkı bile çıkamazdı antik kentlerde yemekli organizasyon düzenleyen, çöktükleri sanat üniversitesinde düğün yapan, gasp ettikleri hastaneyi siyasi parti bürosuna çeviren, yeşilden, m
Öyle olmadı ama ne yazık ki…
SIRA DAYAĞINDAKİ HÂLİMİZ
Sıra dayağı yiyen bir sınıf dolusu öğrenciydik. Bizden önce dayağa maruz kalanlara bakıp sanki sıra bize hiç gelmeyecekmiş gibi onların yedikleri dayağı nasıl da hak ettiklerini düşündük. Elindeki sopayla sınıfa nefret saçan vicdansız şahsın zulmünü meşrulaştırmaktan başka bir işe yaramadı bu tavrımız. Sınıftan birkaç kişi ses çıkarır gibi oldu, onlara da ya çatal fırlattık ya da “siz zamanında bu zalimle beraber yürüyordunuz” dedik. Hatta bazılarımız biraz daha zaman kazanmak için bazılarımızı ön sıralara itiverdik. Ve sıra dayağında sıra hepimize geldi. Ne birlikte konuşabildik ne birlikte susabildik. Zalimin işini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramadık. Zalim daha ne ister!
Zalimin zulmünden kurtulmak için bulunabilecek en haysiyetsizce yöntem olan “onunla beraber zulmetmek” fikrinde buluşan zavallılara diyebilecek hiçbir şey yok. Onlar zaten insanlıktan istifa ettiler.
İnsan olarak kalanlar, acıyı duyanlar, zulme “zulüm” diyebilenler, zalime secde etmeyenler, adalet isteyenler… Aynı sofraya oturamadık, aynı türküyü tutturamadık, aynı halaya duramadık. Babası tutuklanan gencecik bir kız intihar etti, yanında olup onu yaşamaya ikna edemedik. İki insan günden güne kopuyor bu hayattan “birlikte yaşayalım, zalimler ölsün” diyemedik. Bu da bize dert olsun.
Yine de bu tükenmiş bir ümidin yazısı değil. Sadece şu ana kadarki durum değerlendirmesi. Hikâye henüz bitmedi. İyiler sadece masallarda kazanacak diye bir kaide yok. Yara bantlarımızı paylaşabilirsek bu karanlığı birlikte yenebiliriz. Birlikte kazanamadığımız bir mücadelenin tam karşısında teker teker kaybetmek var. Ne olacağına zalimler değil mazlumlar karar verecek.
(tr724)