[Abdullah Salih Güven]
Erdoğan’ın ve Erdoğan iktidarının 2010 referandumundan sonra başlayan otoriterleşme eğilimine çokları dikkat çekmiş ve 2017 Haziran’ı itibariyle bugün yaşadıklarımızı, yaşayabileceğimiz şeyler olarak ileri sürmüşlerdi. İlerleyen zaman dilimleri bu tahminleri yapan kişileri haklı çıkard ı. Tarih bilgisi ve şuuru, öngörü, sahih bilgi ve tecrübe ve benim adını koyamadığım özellikler onlara bu tespiti yaptırmıştı sanırım.
Açıkça itiraf edelim: şahsen ben bu durumu 2010’larda değil meşhur 17/25 Aralık soruşturmalarının ilerleyen günlerinde görebildim. Kaleme aldığım onlarca yazıda “kötülüğün sıradanlaşmasına” işaret ettim. Fakat yanılmışım. Daha doğrusu tespiti ve olayların gidiş istikametini çok merhametli ve insaflı bir şekilde yorumlamışım. Söz konusu olan kötülüğün sıradanlaşması değil, aksine kötülüğün kutsanması imiş. Evet, bugün itibariyle kötülüğün kutsandığı zamanları yaşıyoruz ülke olarak. Bizzat Erdoğan’ın “Allah’ın lütfu” olarak nitelediği15 Temmuz bu kutsanmanın başlangıcını teşkil ediyor.
KINAYACAKSA HERKES KENDİNİ KINAMALI
Sonrası? Sonrasını kestirmek gerçekten zor. Hem de çok zor. Ama ne olursa olsun, İslamî perspektiften şu gerçeği yeniden hatırlamakta yarar var: şahıs, grup, cemaat, tarikat, parti, millet ve devlet olarak başımıza gelen ve gelecek olan her şey Kur’an’ın beyanıyla bizim kendi ellerimizle yaptığımız şeylerin sonucudur. Özgür iradelerimizle verdiğimiz kararlar bizi maalesef bu noktaya getirmiştir. Dolayısıyla ‘kader’ deyip sorumluluğu Allah’a havale etmenin manası yoktur. Kınayacaksak A’dan Z’ye herkes kendisini kınamalıdır vesselam.
KÖTÜLÜĞÜN İLAHİYATÇILAR ELİYLE MEŞRULAŞTIRILMASI
Maalesef kaydıyla ifade edeyim, kötülüğün kutsanması sürecinde en önemli adım kötülüğün meşrulaştırılmasıdır. Bunun gerçekleşmesinde ise en büyük desteği verenlerin başında hiç şüphesiz İlahiyat ve Diyanet camiası gelmektedir. Cuma hutbelerinden, Cemaatin günah keçisi olarak masaya yatırıldığı özel sempozyumlara, havuz medyasının açık oturum programlarından bazı programları itibariyle siyasete eklemlenmiş ve havuzun kirli sularında yüzmeye çalışan Diyanet TV’deki konuşmalara, gazetelerde köşe tutmuş bazı zevatın yazılarından ısmarlama olduğu her satırından belli kitaplara kadar hemen her şey bunun delili olarak karşımızda durmaktadır. Ağızlarını açtıklarında hakikat tekelciliğini haklı olarak yerden yere vuran bu zevat, muhalif düşünce kanallarının yok edilmesini de fırsat bilerek şikâyet ettikleri tekelciliğini kendileri temsil etmekte ve yalan yanlış bilgilerle konuşmakta ve yazmaktadırlar.
‘DİNLERİN AŞKIN BİRLİĞİ’ Mİ DENMİŞ?
Geçenlerde tam da tarifini yapmaya çalıştığım bu çerçevenin içine oturan bir program izledim. Muhalif sese imkânın tanınmadığı ve ağızlarından çıkan her sözün doğru ve hakikat olduğuna inanmış bu insanların yaptığı şey, kötülüğü kutsayan zemini tahkim ediyordu. İlahiyat ilimlerinin birisinde uzmanlaşarak profesör unvanını alan bir şahıs, dinler arası diyalog faaliyetleri sebebiyle Fethullah Gülen’i ve Cemaati eleştiriyordu. Söylediği şey özetle; İbrahimî gelenek adı altında Fethullah Gülen ‘dinlerin aşkın birliğini’ savunuyormuş. Dinlerin özü birdir diyormuş. Ve bu düşüncesi de zaten dinler arası diyalog düşüncesinin özünü, faaliyetlerinin de çerçevesini oluşturuyormuş.
Üzüldüm hem de çok. Nedeni Fethullah Gülen’in herhangi bir düşünce veya eyleminin eleştirilmesi değil. Aksine, üzüntümün sebebi söz konusu eleştirilerin sahih bilgi temeline dayanmamış olması ve bunu akademik kariyer sahibi bir İlahiyat öğretim görevlisinin yapması. Hukukun en muhkem kaziyesidir: iddia sahibi iddiasını ispatla mükelleftir. Bu iddiayı seslendiren ve peşi sıra yaptığı yorumları -iftiraları desem sanırım daha doğru olur- bunun üzerine temellendiren zat, ortaya bir tane somut delil koymadığı gibi gerek program sunucusu gerekse diğer katılımcılar da delilin nedir diye sormadılar. Hâlbuki akademik zihniyet böyle çalışmaz. Madem böylesi köklü bir eleştiri ortaya koyuyorsun, o zaman yapacağın ilk şey, eleştirdiği düşüncenin ilgili şahsın kitap, konuşma ve eylemlerinden örneklerle ispatlaman gerekir.
ÜÇ CÜMLELİK CEVAP…
Okuduğunuz yazı işte üç cümleyle özetlediğim bu düşünceye üç cümle ile cevap verme amacıyla yazılmıştır. Çünkü yıllardan beri dinler arası diyalog adı da verilen faaliyetlerin karınca kararınca içinde bulunan bir insanım ve bu konumum bana böylesi bir durumda vicdanı ve tarihi bir sorumluluk yüklemektedir. Üç cümlelik cevabım şu: şahsen ben, Hocaefendi’nin ağzından bir tek kelime ile bile olsa ‘dinlerin aşkın birliği’ ile alakalı ne açık ne de kapalı bir kelime ve cümle duymadım. Bu faaliyetlere destek veren Cemaatin sözü edilen iftiraları destekleyecek bir eylemini görmedim. Dolayısıyla ortada duran bu sözler apaçık iftiradır. Böylesi bir iftira Müslümana yakışmaz. Hayatını dini ilimlere adamış bir ilahiyat hocasına hiç yakışmaz. Yazıktır, günahtır, ayıptır hatta suçtur.
Daha fazla söz söylemeyi israf sayarım. Onun için zaten üç cümlelik cevap dedim. Yazık, gerçekten çok yazık.
(TR724)
Açıkça itiraf edelim: şahsen ben bu durumu 2010’larda değil meşhur 17/25 Aralık soruşturmalarının ilerleyen günlerinde görebildim. Kaleme aldığım onlarca yazıda “kötülüğün sıradanlaşmasına” işaret ettim. Fakat yanılmışım. Daha doğrusu tespiti ve olayların gidiş istikametini çok merhametli ve insaflı bir şekilde yorumlamışım. Söz konusu olan kötülüğün sıradanlaşması değil, aksine kötülüğün kutsanması imiş. Evet, bugün itibariyle kötülüğün kutsandığı zamanları yaşıyoruz ülke olarak. Bizzat Erdoğan’ın “Allah’ın lütfu” olarak nitelediği15 Temmuz bu kutsanmanın başlangıcını teşkil ediyor.
KINAYACAKSA HERKES KENDİNİ KINAMALI
Sonrası? Sonrasını kestirmek gerçekten zor. Hem de çok zor. Ama ne olursa olsun, İslamî perspektiften şu gerçeği yeniden hatırlamakta yarar var: şahıs, grup, cemaat, tarikat, parti, millet ve devlet olarak başımıza gelen ve gelecek olan her şey Kur’an’ın beyanıyla bizim kendi ellerimizle yaptığımız şeylerin sonucudur. Özgür iradelerimizle verdiğimiz kararlar bizi maalesef bu noktaya getirmiştir. Dolayısıyla ‘kader’ deyip sorumluluğu Allah’a havale etmenin manası yoktur. Kınayacaksak A’dan Z’ye herkes kendisini kınamalıdır vesselam.
KÖTÜLÜĞÜN İLAHİYATÇILAR ELİYLE MEŞRULAŞTIRILMASI
Maalesef kaydıyla ifade edeyim, kötülüğün kutsanması sürecinde en önemli adım kötülüğün meşrulaştırılmasıdır. Bunun gerçekleşmesinde ise en büyük desteği verenlerin başında hiç şüphesiz İlahiyat ve Diyanet camiası gelmektedir. Cuma hutbelerinden, Cemaatin günah keçisi olarak masaya yatırıldığı özel sempozyumlara, havuz medyasının açık oturum programlarından bazı programları itibariyle siyasete eklemlenmiş ve havuzun kirli sularında yüzmeye çalışan Diyanet TV’deki konuşmalara, gazetelerde köşe tutmuş bazı zevatın yazılarından ısmarlama olduğu her satırından belli kitaplara kadar hemen her şey bunun delili olarak karşımızda durmaktadır. Ağızlarını açtıklarında hakikat tekelciliğini haklı olarak yerden yere vuran bu zevat, muhalif düşünce kanallarının yok edilmesini de fırsat bilerek şikâyet ettikleri tekelciliğini kendileri temsil etmekte ve yalan yanlış bilgilerle konuşmakta ve yazmaktadırlar.
‘DİNLERİN AŞKIN BİRLİĞİ’ Mİ DENMİŞ?
Üzüldüm hem de çok. Nedeni Fethullah Gülen’in herhangi bir düşünce veya eyleminin eleştirilmesi değil. Aksine, üzüntümün sebebi söz konusu eleştirilerin sahih bilgi temeline dayanmamış olması ve bunu akademik kariyer sahibi bir İlahiyat öğretim görevlisinin yapması. Hukukun en muhkem kaziyesidir: iddia sahibi iddiasını ispatla mükelleftir. Bu iddiayı seslendiren ve peşi sıra yaptığı yorumları -iftiraları desem sanırım daha doğru olur- bunun üzerine temellendiren zat, ortaya bir tane somut delil koymadığı gibi gerek program sunucusu gerekse diğer katılımcılar da delilin nedir diye sormadılar. Hâlbuki akademik zihniyet böyle çalışmaz. Madem böylesi köklü bir eleştiri ortaya koyuyorsun, o zaman yapacağın ilk şey, eleştirdiği düşüncenin ilgili şahsın kitap, konuşma ve eylemlerinden örneklerle ispatlaman gerekir.
ÜÇ CÜMLELİK CEVAP…
Okuduğunuz yazı işte üç cümleyle özetlediğim bu düşünceye üç cümle ile cevap verme amacıyla yazılmıştır. Çünkü yıllardan beri dinler arası diyalog adı da verilen faaliyetlerin karınca kararınca içinde bulunan bir insanım ve bu konumum bana böylesi bir durumda vicdanı ve tarihi bir sorumluluk yüklemektedir. Üç cümlelik cevabım şu: şahsen ben, Hocaefendi’nin ağzından bir tek kelime ile bile olsa ‘dinlerin aşkın birliği’ ile alakalı ne açık ne de kapalı bir kelime ve cümle duymadım. Bu faaliyetlere destek veren Cemaatin sözü edilen iftiraları destekleyecek bir eylemini görmedim. Dolayısıyla ortada duran bu sözler apaçık iftiradır. Böylesi bir iftira Müslümana yakışmaz. Hayatını dini ilimlere adamış bir ilahiyat hocasına hiç yakışmaz. Yazıktır, günahtır, ayıptır hatta suçtur.
Daha fazla söz söylemeyi israf sayarım. Onun için zaten üç cümlelik cevap dedim. Yazık, gerçekten çok yazık.
(TR724)