[Akif Umut Avaz]
Erdoğan’ın dikta yönetimi altındaki Türkiye, gün be gün daha da tehlikeli sulara doğru hızla yol alıyor. Erdoğan rejimi, içerideki siyasal İslamcı radikalleşmeye paralel olarak yeni yol arkadaşlarını da dünyadaki radikal İslamcı unsurlar arasından belirliyor. Öyle ki Erdoğan rejimi hakkında yakında, bir zamanlar İran rejimi için kullanılan, “radikal İslamcı örgütlerin Komintern’i” yakıştırması yapılırsa kimse şaşırmasın.
Son dönemde yaşananları gözünüzün önüne şöyle bir getirdiğinizde, şüphesiz ki meramımız daha iyi anlaşılacaktır. Erdoğan ve ailesinin, el-Kaide terör örgütünün finansörlerine dair BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) listesinde yer aldığı dönemde, Suudi işadamı Yasin el-Kadı ile gizliden ne kadar yakın ilişkiler içerisinde olduğu, 17/25 Aralık 2013 tarihinde patlak veren büyük rüşvet ve yolsuzluk skandalı sırasında tüm çıplaklığıyla ortaya saçılmıştı.
PARAVANLARI SÖZDE İNSANİ YARDIM ÖRGÜTLERİ
Yaşanan gelişmeler, Erdoğan’ın radikal İslamcı terör örgütleri ile olan doğrudan ya da dolaylı ilişkilerinin el-Kadı ile sınırlı olmadığını gösterir nitelikte. Erdoğan rejiminin, tıpkı bir zamanlar İran’ın radikal İslamcı örgütlere destek için düzinelerce sözde insanî yardım örgütünü kullanması gibi, faaliyetlerini perdeleme amaçlı olarak İHH gibi netameli radikal İslamcı yardım kuruluşlarını kullanan Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) orkestrasyonunda Suriye ve Irak’taki radikal terör örgütlerine binlerce tır dolusu silah ve mühimmat taşıdığını dünyada artık bilmeyen yok. Belki de bundan olsa gerek, Erdoğan rejiminin uluslararası radikal İslamcı örgütlerle ilişkilerinde düne göre bugün daha farklı bir siyaset güttüğü görülüyor.
Siyasi karakteri tüm dünyada daha iyi anlaşıldıkça, Erdoğan dikta rejimi iki şeyi daha görünür şekilde yapma temayülü gösteriyor. Bir taraftan, Batı ve Batı merkezli uluslararası örgütlerle olan on yıllara dayalı ilişkiler sistematiğini bozuyor. Diğer taraftan ise radikal İslamcı örgütlerle olan alengirli ilişkilerini daha pervasız ve görünür hale getiriyor. Erdoğan rejiminin kendisine olan güveni arttıkça bu konudaki bugünkü pervasızlığının daha da artması beklenebilir.
TÜRKİYE’DE KARAMAN, ARAP DÜNYASINDA KARDAVİ
Güzelim İslam dinini Erdoğan’ın siyasal İslamcı yoz siyaseti uğruna istismar eden Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in, halen “El Kaide’yi Finanse Eden Kişiler”e dair BMGK’nın yaptırım listesinde yer alan Irak Müslüman Alimler Heyeti Genel Sekreteri Müsenna Haris ed-Dari ile açıktan görüşmesi de, mutlaka, bahsini ettiğimi bu pervasızlıkla ilişkili. Tartışmalı kişiliğiyle bilinen Görmez, belli ki, el-Kaide ve Taliban’ın finansörleriyle açıktan görüşmek suretiyle, zaten zihniyet akrabalığı içerisinde bulunduğu bu radikal İslamcı gruplarla yakınlığını gizleme ihtiyacı bile duymuyor artık. Görmez’in ed-Dari’ye ‘sizi yeterince tanıyorum’ demesi, çalışma ve çabalarını ‘takdirle karşıladığını’ ve bu çabalara saygısını ifade etmesi de cabası.
El-Kaide’ye ve Taliban’a desteği, sonradan ortaya çıkan IŞİD’e ise ‘biat’ derecesinde bağlılığı ile bilinen Hizb-i İslami lideri Gülbeddin Hikmetyar’ın, 2003’ten bu yana bulunduğu BMGK’nin terör listesinden çıkarılır çıkarılmaz, Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye’deki terör listesinden çıkarılmasını da burada not etmeliyiz. Şiddet ve terörle uzaktan yakından alakası olmayan siyasi veya sosyal irili ufaklı muhaliflerini anında terör listesine alıp yüzbinlerce insanı işinden gücünden eden, malvarlıklarına el koyan, on binlercesini hukuksuz ve keyfi bir şekilde hapse tıkan harami bir terör rejimi için doğrusu göz yaşartıcı bir hassasiyet ve çabukluk…
EZİLMİŞLİK DUYGUSU, YOKSULLUK VE CEHALET ERDOĞAN’A YARIYOR
Tıpkı Humeyni’nin İslam dünyasının liderliği ve hamiliğine soyunma sevdası ve bu uğurda dünyanın dört bir bucağındaki radikal İslamcı hareketlere destek verip kucak açması gibi, hırsızlığına, rüşvetçiliğine, gaspçılığına, zalimliğine, yalancılığına ve müfteriliğine bakmaksızın benzer bir role soyunarak Halifelik rüyasının peşinde koşan Erdoğan da Humeyni rejimi ile benzer bir yolu izliyor. 1,5 milyarlık İslam dünyasında, o dönem ağırlıklı olarak, topu topu 100-120 milyonluk Şiiliğe hitap eden, tüm çabalarına rağmen mezhep bariyerini aşmakta güçlük çeken Humeyni’nin aksine Erdoğan’ın önünde daha güçlü bir potansiyel bulunuyor. İslam coğrafyasını kasıp kavuran ezilmişlik duygusu, yoksulluk ve cehaletin körüklediği fanatizm Erdoğan’ın şansını büyütüyor. Erdoğan da insafsız zulmünü ve tescilli hırsızlıklarını yüzüne vurmayacak böyle bir dünyaya liderlik için Türkiye’nin yüzlerce yıllık yönelim ve birikimlerini berheva etmekten çekinmiyor.
Erdoğan’a bu amaçla yurtiçinde ve yurtdışında yardıma koşan siyasal İslamcı figürlerin ise haddi hesabı bulunmuyor. Mesela, radikal fikirleri ile bilinen ve kıymeti kendinden menkul “Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı” unvanını kullanan Yusuf el-Kardavi, geniş Sünni Arap coğrafyasında, İslam dinini Erdoğan’ın yoz siyasal İslamcı ideolojisinin ahlaksızca istismar malzemesi yapan Hayrettin Karaman’ın Türkiye’de üslendiği tiksindirici rolü üstlenmiş bulunuyor. 10’dan fazla Arap ülkesinden gelmiş görüntüsü altında “İslam alimleri”nin katılımıyla İstanbul’da düzenlenen “Teşekkürler Türkiye” gibi programlarda sahne alan Kardavi gibi radikal İslamcı isimler, sürekli ve sistematik olarak, Erdoğan’a koşulsuz desteklerini ifade ediyorlar.
SİVİL TOPLUMA KIRMIZI, RADİKAL İSLAMCI ÖRGÜTLERE YEŞİL IŞIK
Geçtiğimiz Cumartesi sabahı, Erdoğanist gençlik örgütlerinden Anadolu Gençlik Derneği (AGD) ve Milli Gençlik Vakfı (MGV) tarafından Ayasofya’nın açılması talebiyle organize edilen sabah namazını Mescid-i Aksa İmamı diye duyurulan Mohammed Ali El Abbasi’nin kıldırması, duayı ise Suriyeli Alimler Birliği Başkanı Şeyh Usame Er Rifai’nin yapmasının da bu açıdan bir anlamı bulunuyor.
Dünyada eğitim, barış ve diyalog çabaları ile bilinen ve bugüne kadar tek bir şiddet hadisesine karışmamış Hizmet Hareketi’ne alçakça “terör örgütü” iftirası atarak, iplerini ele geçirdiği devletin tüm zorlayıcı unsularını Hizmet’in masum mensuplarına karşı soykırım boyutlarına ulaşan sistematik zulüm için seferber eden Erdoğan, adı terör ve şiddetle, sapkınlık ve suçla anılan radikal İslamcı gruplara ve isimlere ise, alabildiğine kucak açıyor.
En sivil sosyal faaliyetlere bile ‘güvenlik’ ve ‘OHAL’ gerekçesiyle izin vermeyen, faaliyette ısrar edenlerin üzerine yüzlerce polisi saldırtan Erdoğan rejimi, bugün hapisteki militanlarını tek tek saldığı, “domuz bağı” diye bilinen insanlık dışı işkence yöntemlerini ise polis merkezlerinde sistematik şekilde uygulamaya koyduğu radikal dinci terör örgütü Hizbullah’ın kılık değiştirmiş hali olan HüdaPar’ın on binlerce insanla mitingler yapmasına ise destek oluyor.
Öte yandan, her ne zaman ABD veya Rusya’ya gidecek olsa göstermelik operasyonlar düzenlettiği IŞİD ve el-Kaide militanlarını üç-beş gün sonra arka kapıdan salarken, bu örgütlere sahici operasyon yapan güvenlik görevlilerine ise “vatan haini” muamelesini layık görüyor. Aynı Erdoğan, Türkiye’de yüzlerce terör eylemine adı karışmış İBDA-C’nin ve el-Kaide uzantısı Tahşiye liderlerini serbest bırakmakla kalmayıp bağrına basıyor. Bu terör örgütlerine operasyonda yer almış adli ve kolluk mercilerinden ise, adeta intikam alıp, hepsini hapse tıkmış durumda.
BİR SAPIĞIN FİKİRLERİYLE ON BİNLERCE GENÇ ENDOKTRİNE EDİLİYOR
Bunları yapan Erdoğan, “6 yaşındaki kız çocuğuyla evlenilebilir” diye fetva veren bir sapık olan Nureddin Yıldız’la yakın ilişkiler geliştirmekten kaçınmıyor. Radikal fikirlerinden etkilenerek Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrei Karlov’u katleden militana mentörlük yapan Nureddin Yıldız gibi, tüm diğer radikal İslamcı isimler de el üstünde tutuluyor. Bu tür isimlere, AKP ve Erdoğan ailesi ile ilintili tüm örgüt ve kuruluşlarda konferans üzerine konferanslar verdiriliyor.
Pek çok uluslararası radikal İslamcı terör örgütü ile temas ve ilişkilerini İHH, İmkân-Der ve son zamanlarda sayıları pıtırcık gibi artan benzeri sivil görünümlü operatif örgütler üzerinden yürüten Erdoğan rejimi, bu tür örgütlerin bir kısmıyla ilişkilerini de demokrasi değerlerine karşı açıktan Cihad ilan eden Nurettin Yıldız üzerinden yürütüyor.
Erdoğan ailesinin el üstünde tuttuğu Nurettin Yıldız’ın, Hindistan, İngiltere ve Kanada’nın terör listesinde yer alan Hint asıllı radikal İslamcı Zakir Naik ve Ahrar el-Şam’ın öldürülen lideri Ebu Abdullah el-Hamavi ile gerçekleştirdiği görüşmelerin Erdoğan’dan bağımsız olduğu düşünülemez. Demokrasiyi “kâfir işi” gören, düşman olarak gördüğü Hizmet Hareketi mensuplarının asılmasını, ellerinin kesilmesini isteyen Nurettin Yıldız’ın bu görüşlerinin Erdoğan rejimi ve bizzat Erdoğan ailesi tarafından on binlerce gencin radikal İslamcı fikirlerle endoktrinasyonunda kullanılması anlatmaya çalıştığımız fotoğrafla tam bir bütünlük arz ediyor.
BATILI ŞEHİRLERİ VURAN TERÖR TESADÜF MÜ, SENKRONİZE Mİ?
Erdoğan rejimi altındaki Türkiye, maalesef bir zamanlar İran’ın olduğu gibi, hızla uluslararası radikal İslamcı örgütlerin ve uluslararası radikal İslamcı terörün koordine edildiği bir merkez haline geliyor. Erdoğan, her ne zaman Avrupa ülkelerine “Siz böyle davranmaya devam ederseniz, yarın dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Avrupalı, Batılı, güvenle, huzurla sokağa adım atamaz,” gibi sözler etse, hemen akabinde, Avrupa şehirlerinde bombaların patlaması, kanlı terör saldırıların gelmesi artık tesadüften öte bir senkronizasyon meselesi olarak görülüyor.
Brüksel, Stockholm ve St. Petersburg saldırılarına adı karışan radikal İslamcı teröristlerin hepsinin yolunun bir şekilde Erdoğan rejimi altındaki Türkiye’den geçmiş olması, bu konudaki şüpheleri güçlendiriyor. Doğrusu, vakti zamanında Humeyni rejiminin milyarlarca dolar harcamak pahasına başaramadığını Erdoğan rejimi başarmış gibi gözüküyor.
Erdoğan rejimi, bir taraftan, muazzam kirli parasıyla bazı İslam ülkelerindeki yoz rejimlere adam kaçırma dahil, tüm kirli işlerini gördürebiliyor. Diğer taraftan ise, IŞİD’den el-Kaide’ye, Hamas’tan Hizbullah’a, Taliban ve Hizb-i İslami’den Özbek menşeli Katibat el-Tevhid’e varıncaya kadar pek çok radikal İslamcı örgüt üzerinden uluslararası kirli operasyonlar yapma kapasitesine ulaşmış görünüyor. Erdoğan rejiminin, kokusu ve korkusu hızla dünyaya yayılan devasa bir terör imparatorluğu üzerinde oturduğuna dair yaygın görüş, her geçen gün güç kazanıyor.
OL MAHİLER Kİ DERYA İÇREDİR DERYAYI BİLMEZLER
Türkiye halkı ise, “ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” hesabı neye alet edildiklerinin ve kendilerini yakında ne tür felaketlerin beklediğinin pek farkında olmasa da, dünya kamuoyu neyle karşı karşıya olduklarının son derece farkında. Çünkü, bu konuda hem el-Kaide’nin terör imparatorluğu, hem de 1979 Devrimi sonrası İran’ın nasıl hızla uluslararası radikal İslamcı terörün koordine ve komuta edildiği bir merkezi ve adeta radikal İslamcı örgütlerin bir Komintern’i haline geldiğine dair çok acı tecrübeleri bulunuyor.
Bir zamanların Sovyetler Birliği (SSCB), nasıl ki aldığı yıkıcı kararları Komintern üzerinden, bu oluşuma üye dünyanın her tarafındaki tüm Komunist örgütlere talimat olarak verebiliyor idiyse, devrim sonrası İran da benzerini Kum merkezli olarak radikal İslamcı örgütler üzerinden kısmen yapabilmişti. Belli ki Erdoğan rejimi de, İran’ın 1980-1990’lı yıllar boyunca yapmaya çalıştığını bugün çok daha kapsamlı ve çok daha sistematik bir şekilde yapma arayışı içerisinde.
İran’ın, aralarında eski başbakan ve bakanların da dahil olduğu onlarca rejim muhalifini yurtdışında suikastla ortadan kaldırmaktan, Filipinler’den Arjantin’e, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya uzanan terör saldırılarında mobilize edebildiği bir uluslararası terör networkünü Kum şehrinden kumanda ettiği söyleniyordu. Bu yapının Komintern’i çağrıştırdığı söyleyenler de vardı. İran’ın devrim ve rejimi yaymak amacıyla peşinde olduğu bu etkinin ana kaynağının radikal İslamcı örgütlere ve İslamcı muhalif gruplara yaptığı maddî yardım, tahrip edici teknikler konusunda verdiği eğitim ve ideolojik destek olduğu ileri sürülüyordu.
İran bu faaliyetlerini, resmi makamlardan ve resmi kanallardan ziyade, devletle ilintili ama devlet dışıymış gibi gözüken yapılar üzerinden sürdürüyordu. Bu açıdan Tahran, tıpkı bugün Erdoğan diktası altındaki Türkiye’de olduğu gibi, Mindanao’dan Bosna’ya, Tacikistan’dan Cezayir’e varıncaya kadar tüm dünyadaki radikal İslamcı örgütlerin temsilcilerinin sık sık uğradığı, destek ve talimat aldığı bir merkez haline gelmişti.
ERDOĞAN’IN RADİKAL İSLAMCI KOMİNTERN’İ
Tabii, bu faaliyetlerin farkında olan uluslararası güçler de bazı karşı önlemler almakta gecikmemişti. Bu tedbirlere rağmen, İran’ın izlediği bu yıkıcı politikanın etkisi Şii grupları aşacak bir boyuta ulaşmayı başarmıştı. O dönem İran’ın özellikle Sünni gruplarda bu etkiyi oluşturmasında, tıpkı Erdoğan’ın yıllardır yaptığı gibi, Filistin sorununun istismarının, hep retorik düzeyde bıraksa da, İsrail karşıtı sert söylemlerinin büyük katkısı olmuştu.
Muhammed Muhaddesin, İran’ın üzerine oturduğu uluslararası radikal İslamcı terör networkünü “Kalbi Tahran’da olan bir ahtapota’ benzetmişti. Dün Humeyni’nin ayetullahlarının, hüccetullahlarının uluslararası düzeyde yapmaya çalıştığını bugün Erdoğanist siyasal İslamcı gruplar Türkiye için yapıyor. Erdoğan’ın orkestrasyonunda uluslararası radikal İslamcı teröristlerin hamiliğine soyunan bu gruplar, temasa geçtikleri radikal İslamcı örgütlerin eğitim ve finansmanına yardımcı olarak radikal İslâmcı şiddet ve terör örgütlerinin Komintern’ini İstanbul’a taşımış gibi görünüyorlar.
İslam dünyasında geniş kitleleri din adına fanatizme iten ezilmişlik ve aşağılık kompleksi, yaygın yoksulluk ve kesif cehalet ise Erdoğan ve siyasal İslamcı yandaşlarının bu yöndeki çabalarını bir hayli kolaylaştırıyor.
Son dönemde yaşananları gözünüzün önüne şöyle bir getirdiğinizde, şüphesiz ki meramımız daha iyi anlaşılacaktır. Erdoğan ve ailesinin, el-Kaide terör örgütünün finansörlerine dair BM Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) listesinde yer aldığı dönemde, Suudi işadamı Yasin el-Kadı ile gizliden ne kadar yakın ilişkiler içerisinde olduğu, 17/25 Aralık 2013 tarihinde patlak veren büyük rüşvet ve yolsuzluk skandalı sırasında tüm çıplaklığıyla ortaya saçılmıştı.
PARAVANLARI SÖZDE İNSANİ YARDIM ÖRGÜTLERİ
Yaşanan gelişmeler, Erdoğan’ın radikal İslamcı terör örgütleri ile olan doğrudan ya da dolaylı ilişkilerinin el-Kadı ile sınırlı olmadığını gösterir nitelikte. Erdoğan rejiminin, tıpkı bir zamanlar İran’ın radikal İslamcı örgütlere destek için düzinelerce sözde insanî yardım örgütünü kullanması gibi, faaliyetlerini perdeleme amaçlı olarak İHH gibi netameli radikal İslamcı yardım kuruluşlarını kullanan Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) orkestrasyonunda Suriye ve Irak’taki radikal terör örgütlerine binlerce tır dolusu silah ve mühimmat taşıdığını dünyada artık bilmeyen yok. Belki de bundan olsa gerek, Erdoğan rejiminin uluslararası radikal İslamcı örgütlerle ilişkilerinde düne göre bugün daha farklı bir siyaset güttüğü görülüyor.
Siyasi karakteri tüm dünyada daha iyi anlaşıldıkça, Erdoğan dikta rejimi iki şeyi daha görünür şekilde yapma temayülü gösteriyor. Bir taraftan, Batı ve Batı merkezli uluslararası örgütlerle olan on yıllara dayalı ilişkiler sistematiğini bozuyor. Diğer taraftan ise radikal İslamcı örgütlerle olan alengirli ilişkilerini daha pervasız ve görünür hale getiriyor. Erdoğan rejiminin kendisine olan güveni arttıkça bu konudaki bugünkü pervasızlığının daha da artması beklenebilir.
TÜRKİYE’DE KARAMAN, ARAP DÜNYASINDA KARDAVİ
El-Kaide’ye ve Taliban’a desteği, sonradan ortaya çıkan IŞİD’e ise ‘biat’ derecesinde bağlılığı ile bilinen Hizb-i İslami lideri Gülbeddin Hikmetyar’ın, 2003’ten bu yana bulunduğu BMGK’nin terör listesinden çıkarılır çıkarılmaz, Bakanlar Kurulu kararıyla Türkiye’deki terör listesinden çıkarılmasını da burada not etmeliyiz. Şiddet ve terörle uzaktan yakından alakası olmayan siyasi veya sosyal irili ufaklı muhaliflerini anında terör listesine alıp yüzbinlerce insanı işinden gücünden eden, malvarlıklarına el koyan, on binlercesini hukuksuz ve keyfi bir şekilde hapse tıkan harami bir terör rejimi için doğrusu göz yaşartıcı bir hassasiyet ve çabukluk…
EZİLMİŞLİK DUYGUSU, YOKSULLUK VE CEHALET ERDOĞAN’A YARIYOR
Tıpkı Humeyni’nin İslam dünyasının liderliği ve hamiliğine soyunma sevdası ve bu uğurda dünyanın dört bir bucağındaki radikal İslamcı hareketlere destek verip kucak açması gibi, hırsızlığına, rüşvetçiliğine, gaspçılığına, zalimliğine, yalancılığına ve müfteriliğine bakmaksızın benzer bir role soyunarak Halifelik rüyasının peşinde koşan Erdoğan da Humeyni rejimi ile benzer bir yolu izliyor. 1,5 milyarlık İslam dünyasında, o dönem ağırlıklı olarak, topu topu 100-120 milyonluk Şiiliğe hitap eden, tüm çabalarına rağmen mezhep bariyerini aşmakta güçlük çeken Humeyni’nin aksine Erdoğan’ın önünde daha güçlü bir potansiyel bulunuyor. İslam coğrafyasını kasıp kavuran ezilmişlik duygusu, yoksulluk ve cehaletin körüklediği fanatizm Erdoğan’ın şansını büyütüyor. Erdoğan da insafsız zulmünü ve tescilli hırsızlıklarını yüzüne vurmayacak böyle bir dünyaya liderlik için Türkiye’nin yüzlerce yıllık yönelim ve birikimlerini berheva etmekten çekinmiyor.
Erdoğan’a bu amaçla yurtiçinde ve yurtdışında yardıma koşan siyasal İslamcı figürlerin ise haddi hesabı bulunmuyor. Mesela, radikal fikirleri ile bilinen ve kıymeti kendinden menkul “Dünya Müslüman Alimler Birliği Başkanı” unvanını kullanan Yusuf el-Kardavi, geniş Sünni Arap coğrafyasında, İslam dinini Erdoğan’ın yoz siyasal İslamcı ideolojisinin ahlaksızca istismar malzemesi yapan Hayrettin Karaman’ın Türkiye’de üslendiği tiksindirici rolü üstlenmiş bulunuyor. 10’dan fazla Arap ülkesinden gelmiş görüntüsü altında “İslam alimleri”nin katılımıyla İstanbul’da düzenlenen “Teşekkürler Türkiye” gibi programlarda sahne alan Kardavi gibi radikal İslamcı isimler, sürekli ve sistematik olarak, Erdoğan’a koşulsuz desteklerini ifade ediyorlar.
SİVİL TOPLUMA KIRMIZI, RADİKAL İSLAMCI ÖRGÜTLERE YEŞİL IŞIK
Geçtiğimiz Cumartesi sabahı, Erdoğanist gençlik örgütlerinden Anadolu Gençlik Derneği (AGD) ve Milli Gençlik Vakfı (MGV) tarafından Ayasofya’nın açılması talebiyle organize edilen sabah namazını Mescid-i Aksa İmamı diye duyurulan Mohammed Ali El Abbasi’nin kıldırması, duayı ise Suriyeli Alimler Birliği Başkanı Şeyh Usame Er Rifai’nin yapmasının da bu açıdan bir anlamı bulunuyor.
Dünyada eğitim, barış ve diyalog çabaları ile bilinen ve bugüne kadar tek bir şiddet hadisesine karışmamış Hizmet Hareketi’ne alçakça “terör örgütü” iftirası atarak, iplerini ele geçirdiği devletin tüm zorlayıcı unsularını Hizmet’in masum mensuplarına karşı soykırım boyutlarına ulaşan sistematik zulüm için seferber eden Erdoğan, adı terör ve şiddetle, sapkınlık ve suçla anılan radikal İslamcı gruplara ve isimlere ise, alabildiğine kucak açıyor.
En sivil sosyal faaliyetlere bile ‘güvenlik’ ve ‘OHAL’ gerekçesiyle izin vermeyen, faaliyette ısrar edenlerin üzerine yüzlerce polisi saldırtan Erdoğan rejimi, bugün hapisteki militanlarını tek tek saldığı, “domuz bağı” diye bilinen insanlık dışı işkence yöntemlerini ise polis merkezlerinde sistematik şekilde uygulamaya koyduğu radikal dinci terör örgütü Hizbullah’ın kılık değiştirmiş hali olan HüdaPar’ın on binlerce insanla mitingler yapmasına ise destek oluyor.
Öte yandan, her ne zaman ABD veya Rusya’ya gidecek olsa göstermelik operasyonlar düzenlettiği IŞİD ve el-Kaide militanlarını üç-beş gün sonra arka kapıdan salarken, bu örgütlere sahici operasyon yapan güvenlik görevlilerine ise “vatan haini” muamelesini layık görüyor. Aynı Erdoğan, Türkiye’de yüzlerce terör eylemine adı karışmış İBDA-C’nin ve el-Kaide uzantısı Tahşiye liderlerini serbest bırakmakla kalmayıp bağrına basıyor. Bu terör örgütlerine operasyonda yer almış adli ve kolluk mercilerinden ise, adeta intikam alıp, hepsini hapse tıkmış durumda.
BİR SAPIĞIN FİKİRLERİYLE ON BİNLERCE GENÇ ENDOKTRİNE EDİLİYOR
Bunları yapan Erdoğan, “6 yaşındaki kız çocuğuyla evlenilebilir” diye fetva veren bir sapık olan Nureddin Yıldız’la yakın ilişkiler geliştirmekten kaçınmıyor. Radikal fikirlerinden etkilenerek Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Andrei Karlov’u katleden militana mentörlük yapan Nureddin Yıldız gibi, tüm diğer radikal İslamcı isimler de el üstünde tutuluyor. Bu tür isimlere, AKP ve Erdoğan ailesi ile ilintili tüm örgüt ve kuruluşlarda konferans üzerine konferanslar verdiriliyor.
Pek çok uluslararası radikal İslamcı terör örgütü ile temas ve ilişkilerini İHH, İmkân-Der ve son zamanlarda sayıları pıtırcık gibi artan benzeri sivil görünümlü operatif örgütler üzerinden yürüten Erdoğan rejimi, bu tür örgütlerin bir kısmıyla ilişkilerini de demokrasi değerlerine karşı açıktan Cihad ilan eden Nurettin Yıldız üzerinden yürütüyor.
Erdoğan ailesinin el üstünde tuttuğu Nurettin Yıldız’ın, Hindistan, İngiltere ve Kanada’nın terör listesinde yer alan Hint asıllı radikal İslamcı Zakir Naik ve Ahrar el-Şam’ın öldürülen lideri Ebu Abdullah el-Hamavi ile gerçekleştirdiği görüşmelerin Erdoğan’dan bağımsız olduğu düşünülemez. Demokrasiyi “kâfir işi” gören, düşman olarak gördüğü Hizmet Hareketi mensuplarının asılmasını, ellerinin kesilmesini isteyen Nurettin Yıldız’ın bu görüşlerinin Erdoğan rejimi ve bizzat Erdoğan ailesi tarafından on binlerce gencin radikal İslamcı fikirlerle endoktrinasyonunda kullanılması anlatmaya çalıştığımız fotoğrafla tam bir bütünlük arz ediyor.
BATILI ŞEHİRLERİ VURAN TERÖR TESADÜF MÜ, SENKRONİZE Mİ?
Erdoğan rejimi altındaki Türkiye, maalesef bir zamanlar İran’ın olduğu gibi, hızla uluslararası radikal İslamcı örgütlerin ve uluslararası radikal İslamcı terörün koordine edildiği bir merkez haline geliyor. Erdoğan, her ne zaman Avrupa ülkelerine “Siz böyle davranmaya devam ederseniz, yarın dünyanın hiçbir yerinde hiçbir Avrupalı, Batılı, güvenle, huzurla sokağa adım atamaz,” gibi sözler etse, hemen akabinde, Avrupa şehirlerinde bombaların patlaması, kanlı terör saldırıların gelmesi artık tesadüften öte bir senkronizasyon meselesi olarak görülüyor.
Brüksel, Stockholm ve St. Petersburg saldırılarına adı karışan radikal İslamcı teröristlerin hepsinin yolunun bir şekilde Erdoğan rejimi altındaki Türkiye’den geçmiş olması, bu konudaki şüpheleri güçlendiriyor. Doğrusu, vakti zamanında Humeyni rejiminin milyarlarca dolar harcamak pahasına başaramadığını Erdoğan rejimi başarmış gibi gözüküyor.
Erdoğan rejimi, bir taraftan, muazzam kirli parasıyla bazı İslam ülkelerindeki yoz rejimlere adam kaçırma dahil, tüm kirli işlerini gördürebiliyor. Diğer taraftan ise, IŞİD’den el-Kaide’ye, Hamas’tan Hizbullah’a, Taliban ve Hizb-i İslami’den Özbek menşeli Katibat el-Tevhid’e varıncaya kadar pek çok radikal İslamcı örgüt üzerinden uluslararası kirli operasyonlar yapma kapasitesine ulaşmış görünüyor. Erdoğan rejiminin, kokusu ve korkusu hızla dünyaya yayılan devasa bir terör imparatorluğu üzerinde oturduğuna dair yaygın görüş, her geçen gün güç kazanıyor.
OL MAHİLER Kİ DERYA İÇREDİR DERYAYI BİLMEZLER
Türkiye halkı ise, “ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler” hesabı neye alet edildiklerinin ve kendilerini yakında ne tür felaketlerin beklediğinin pek farkında olmasa da, dünya kamuoyu neyle karşı karşıya olduklarının son derece farkında. Çünkü, bu konuda hem el-Kaide’nin terör imparatorluğu, hem de 1979 Devrimi sonrası İran’ın nasıl hızla uluslararası radikal İslamcı terörün koordine ve komuta edildiği bir merkezi ve adeta radikal İslamcı örgütlerin bir Komintern’i haline geldiğine dair çok acı tecrübeleri bulunuyor.
Bir zamanların Sovyetler Birliği (SSCB), nasıl ki aldığı yıkıcı kararları Komintern üzerinden, bu oluşuma üye dünyanın her tarafındaki tüm Komunist örgütlere talimat olarak verebiliyor idiyse, devrim sonrası İran da benzerini Kum merkezli olarak radikal İslamcı örgütler üzerinden kısmen yapabilmişti. Belli ki Erdoğan rejimi de, İran’ın 1980-1990’lı yıllar boyunca yapmaya çalıştığını bugün çok daha kapsamlı ve çok daha sistematik bir şekilde yapma arayışı içerisinde.
İran’ın, aralarında eski başbakan ve bakanların da dahil olduğu onlarca rejim muhalifini yurtdışında suikastla ortadan kaldırmaktan, Filipinler’den Arjantin’e, Kuzey Afrika’dan Orta Asya’ya uzanan terör saldırılarında mobilize edebildiği bir uluslararası terör networkünü Kum şehrinden kumanda ettiği söyleniyordu. Bu yapının Komintern’i çağrıştırdığı söyleyenler de vardı. İran’ın devrim ve rejimi yaymak amacıyla peşinde olduğu bu etkinin ana kaynağının radikal İslamcı örgütlere ve İslamcı muhalif gruplara yaptığı maddî yardım, tahrip edici teknikler konusunda verdiği eğitim ve ideolojik destek olduğu ileri sürülüyordu.
İran bu faaliyetlerini, resmi makamlardan ve resmi kanallardan ziyade, devletle ilintili ama devlet dışıymış gibi gözüken yapılar üzerinden sürdürüyordu. Bu açıdan Tahran, tıpkı bugün Erdoğan diktası altındaki Türkiye’de olduğu gibi, Mindanao’dan Bosna’ya, Tacikistan’dan Cezayir’e varıncaya kadar tüm dünyadaki radikal İslamcı örgütlerin temsilcilerinin sık sık uğradığı, destek ve talimat aldığı bir merkez haline gelmişti.
ERDOĞAN’IN RADİKAL İSLAMCI KOMİNTERN’İ
Tabii, bu faaliyetlerin farkında olan uluslararası güçler de bazı karşı önlemler almakta gecikmemişti. Bu tedbirlere rağmen, İran’ın izlediği bu yıkıcı politikanın etkisi Şii grupları aşacak bir boyuta ulaşmayı başarmıştı. O dönem İran’ın özellikle Sünni gruplarda bu etkiyi oluşturmasında, tıpkı Erdoğan’ın yıllardır yaptığı gibi, Filistin sorununun istismarının, hep retorik düzeyde bıraksa da, İsrail karşıtı sert söylemlerinin büyük katkısı olmuştu.
Muhammed Muhaddesin, İran’ın üzerine oturduğu uluslararası radikal İslamcı terör networkünü “Kalbi Tahran’da olan bir ahtapota’ benzetmişti. Dün Humeyni’nin ayetullahlarının, hüccetullahlarının uluslararası düzeyde yapmaya çalıştığını bugün Erdoğanist siyasal İslamcı gruplar Türkiye için yapıyor. Erdoğan’ın orkestrasyonunda uluslararası radikal İslamcı teröristlerin hamiliğine soyunan bu gruplar, temasa geçtikleri radikal İslamcı örgütlerin eğitim ve finansmanına yardımcı olarak radikal İslâmcı şiddet ve terör örgütlerinin Komintern’ini İstanbul’a taşımış gibi görünüyorlar.
İslam dünyasında geniş kitleleri din adına fanatizme iten ezilmişlik ve aşağılık kompleksi, yaygın yoksulluk ve kesif cehalet ise Erdoğan ve siyasal İslamcı yandaşlarının bu yöndeki çabalarını bir hayli kolaylaştırıyor.