Romanya Haber

Hem Nimet Hem Imtihan..

[Faik Can]

Yüce Allah insana iradeyi önemli bir nimet ve sorumluluk vesilesi olarak vermiştir.“Fıtratın gayesi, hilkatin neticesi iman-ı billâhtır” der Bediüzzaman. Onun ardından muhabbetullah, peşi sıra da zevk-i ruhanî gelir. İrade, insana bunları gerçekleştirsin diye verilmiştir. Bediüzzaman Hazretleri iradeyi, “Bir meyelan (eğilim) veya meyelandaki tasarruf” olarak tarif eder. Yani iki şeyden birini seçme durumunda bulunan bir insanın, onlardan herhangi birini seçme cehd ve gayretini ortaya koymasıdır.
Hocaefendi, irade için daha çok “şart-ı âdî” tabirini kullanır. Bu aslında iradenin hem kulun fiili için bir şart olduğunu hem de hakikatte etkisiz kaldığını (âdî) anlatan enfes bir tanımlamadır. İradeyi kullanmanın zorunluluğunu “şart” ile hakikatteki etkisini ise sıradan ve basit anlamında “âdî” kelimesi ile anlatır.  Şart-ı âdide, sebeple sonuç arasında doğrudan, bağlayıcı bir ilişki de aranmaz. Mesela, koca bir şehri aydınlatmak için elektrik şebekesinin düğmesine dokunmak şarttır. Ama gerçekte şehri aydınlatan o düğme değildir. Çünkü normal şartlar altında o basit elektrik düğmesinin, o kadar elektriği üretip sistemli bir şekilde bütün şehre dağıtması ve aydınlatması imkânsızdır.
Bir yönüyle bu kadar basit, bir yönüyle de bu kadar etkili bir unsur olan irade, bizim için başlı başına bir imtihan sebebidir. Bu kadar küçük bir şeyle (eğilim veya eğilimde tasarruf) nasıl böyle büyük neticeler elde edilebiliyor? Küçük bir sebepten orantısız bir şekilde büyük neticelerin çıkması, sebeplerin ötesindeki bir Zât’ı ve O’nun niyahetsiz Kudretini bize gösteriyor. Bediüzzaman Hazretleri’nin çokça tekrar ettiği gibi küçücük bir çekirdekten koca bir çam ağacının meydana gelmesi, bir yumurtanın içindeki küçücük bir “ukde-i hayatiye”den civcivin meydana gelmesi ve daha niceleri. Bunların hepsi Allah’ın kudretinin, kuvvetinin birer tecellîsidir.
Ben yaptım, ben başardım!
İşte bizim sahiplendiğimiz, başardığımızı iddia ettiğimiz, sonuçlandırdığımızda mutlu olduğumuz işlerimizde de irademizin rolü çekirdeğin ağaçtaki rolü kadardır. Allah’ın apaçık inayetini görmeden neticeyi tamamen irademize bağlayıp sahiplenmek şirktir ve Allah böyle bir şirke sebep olan nimetleri sevdiği kullarının elinden alır.
Hangi işte olursak olalım, aklımız, bedenimiz, irademizle o işin içine tam olarak girmeliyiz ama kalbimiz hep Allah’ı göstermeli. Sebeplere sonuna kadar riayet ederken, sonuçlarla alakalı kat’iyen “şe’n-i rubûbiyetin gereğine” karışmamalıyız. Zira bizim, Allah’ın yapacağı şeylere talip olmamız, irademizi aşan bir mevzudur. Kaldı ki gücümüzü, takatimizi aşan şeyleri talep, neticede bizim ye’se düşmemize ve imtihanı kaybetmemize de sebep olabilir. Özellikle bu zamanda “Süreç ne zaman bitecek, niye bu zulümler bu kadar uzadı!” gibi sorgulamalar, haddi aşmanın ifadesidir. Bizim işimiz seferdir; duadır, gayrettir, imkânlar nispetinde elimizden geleni yapmaktır. Zaferi verip vermemek, Cenab-ı Hakk’ın takdiridir. Ne vermesini kendi irademize bağlayıp küstahlaşmalı, ne de hikmeti gereği vermemesini ya da geciktirmesini bir yeis vesilesi saymalıyız.

İradeyi güçlendirmek için ne yapmalı?
İradenin Allah’ın gösterdiği istikamette ve makul sınırlar içinde kullanılması çok önemlidir. Bir derdi, davası, gaye-i hayali olan insanlar inandıkları dava uğruna ölesiye koşturur ama iradelerinin hakkını tam vermez, onu dengeli bir biçimde kullanmaz veya iradeyi kuvvetlendirecek sair unsurlar ile onu besleyemezlerse birtakım önü alınmaz yanlışlıklar içine düşmeleri her zaman söz konusu olabilir. İrade nefsin muradı istikametinde değil, Allah’ın muradı istikametinde kullanılmalıdır. Nefis uyumayı ister, Allah gece kalkıp namaz kılmamızı. Nefis yemeyi, içmeyi ister, Allah oruç tutmamızı. Nefis haramların peşinde ömür tüketmemizi ister, Allah iffetli yaşamamızı. Nefis, intikam hırsıyla öfkemizin esiri olup türlü zulümler işlememizi ister, Allah insaflı, adil ve hakkaniyetli olmamızı. İşte Allah’ın muradı istikametinde kullanılırsa “iradenin hakkı verilmiş” olur.
İradesini Allah’ın muradı istikametinde kullanamamaktan şikâyetçi olanlar, onu güçlendirmeye bakmalıdırlar. İradeyi güçlendirecek en önemli iki faktör dua ve istiğfardır. Üstad Hazretleri: “İstiğfar meyelân-ı şerrin kökünü keser, dua meyelân-ı hayra kuvvet verir.” diyerek bu hakikate parmak basar. İnsan, hadiste buyurulduğu gibi “şehevâtla” yani yeme içme, yatma kalkma ve bütün bu bedenî arzuları gıcıklayıcı duygularla, düşüncelerle çepeçevre sarılmıştır. İnsanın bu yönde bir adım atması, onun gidip şehevâtın içine gömülmesine sebep olur. Aslında, hadiste ifade edilen şehevâtı, bazılarının anladığı gibi sadece insanın karşı cinse beslediği arzu mânâsına yorumlamak doğru değildir. Burada şehevât, daha genel manada kullanılmıştır. Böyle bir yaklaşıma göre, kumar oynama, içki içme, zina etme şehevâtın bir buudu olduğu gibi, tûl-i emel, fazla yeme içme, gereksiz gezme dolaşma da şehevâtın ayrı bir buudunu teşkil eder. İnsan bunlardan herhangi birisine takıldığı takdirde nefs-i emmaresine avlanmış ve tamamen onun esiri olmuştur. İşte bütün bunlara karşı istiğfar, her türlü şerrin ve şerre meyelânın kökünü kesen bir tılsımdır.
Meyelân-ı şerrin kökünü kesen istiğfar, geçmiş günahlardan dolayı gönülden pişman olmak, hâlihazırdaki istikameti korumak ve gelecek adına günahlara karşı tavır belirleyerek, bunda kararlı olmak ve sürekli bunu vurgulamaktır.
Duamız kadar değerliyiz
Meyelân-ı hayra kuvvet veren duaya gelince; Allah (celle celâluhu) Kur’ân-ı Kerim’de değişik yerlerde, bizleri duaya teşvik ederken: “Dua edin, duanıza icabet edeyim.” “Eğer kullarım Sana Benden sorarlarsa, Ben onlara çok yakınım…” buyurmaktadır. Öyleyse ümitsizliğe düşmeye gerek yoktur. Zire Rabbimiz bize şah damarımızdan daha yakındır. Eğer biz fiili dua imkânından mahrum isek, kavli duayla içimizi dökmeliyiz. Kavli dualarda da kendimizi yetersiz görüyorsak kalbimizin derinliklerinden gelen bir çığlıkla şunları söylemeliyiz:
“Allahım, ben dua ederken 3-5 bildiğim cümleden başka bir şeyle meramımı ifade edemiyorum. Hâlbuki enbiyâ, asfiyâ, evliyâ, mukarrabîn ve ebrârın istedikleri şeylere bakınca kendimden utanıyorum. Onların istediği veya istenmesi gerekli olan nice şeyler vardır ki istemek aklıma bile gelmemiştir. Ben onları bilememiş, idrak edememiş, istememiş olabilirim. Şimdi onların bütün dualarını nazara alıyor, ne istedilerse ben de istiyor, neyden Sana sığındılarsa ben de onlardan Sana sığınıyorum. Bütün ruhumla Sana bir kere daha teveccüh ediyor ve rahmet kapının tokmağına dokunup inliyorum.” Kulluk yolunda himmetimizi âlî tutup, samimi niyet ve hulûs-i kalb ile Rabbimiz’in kapısına bizlere her gün bin Cennet verse, hazinelerinde zerre kadar eksiklik olmayacak Ganiy-yi ale’l-ıtlâk’a müracaat ediyor şuuruyla gitmeliyiz.
Ayrıca “Duanız olmasa Rabbim sizi ne yapsın (ne ehemmiyetiniz var!)” (Furkan-77) âyetinin ifade ettiği üzere insanın değeri, duasıdır. Çünkü diğer ibadetler dua kadar hâlis olmayabilir. Onların bazıları riyaya, süm’aya açıktır, bazıları da zoraki yapılabilir. Hâlbuki dua, sebeplerin tamamen tükendiği bir noktada insanın başvurduğu bir silah gibidir. Duada sebeplere müracaat edilmez. Sebepler üstü bir teveccühtür dua. İnsan dua sayesinde, hiç kimsenin olmadığı bir mekânda bütün gönlüyle Rabbisine teveccüh eder, ellerini açar, kendini secdeye atar, gözyaşları ile seccadesini ıslata ıslata ve yana yakıla yalvarır durursa böyle bir dua meyelân-ı hayra kuvvet verir, yani hayır yapma açısından insan iradesine güç ve kuvvet kazandırır. Başlangıçta biraz zorlama ile olsa bile, bu şekilde yapa yapa zamanla hem duanın hem de istiğfarın çocuğu hâline gelebiliriz.
(TR724)