[Nazif Apak, yazdı]
Tarih 19 Ekim 2011.
Başbakanlık Konutu’nda hareketli saatler yaşanıyor. Onlarca kamera konutun önünde bekleşmekte. Türk medyasının neredeyse bütün patronları ve genel yayın yönetmenleri davet edilmiş. Daha ne 17-25 Aralık yaşanmış ne Gezi olayları. Ancak toplantı öncesinde PKK, Hakkari’de bir saldırı düzenlemiş ve 24 gencecik askerin canına kıymış. Yara büyük, hüzün ve öfke had safhada. Ve Başbakan Erdoğan medya ile durum değerlendirmesi yapıyor.
Toplantı bittikten sonra kimi kameraların karşısına geçti bir şeyler söyledi, kimi de kalemlerine sarılıp bir şeyler yazdı. Ama hiç kimse içeride yaşanan asıl konuya temas etmedi. Oysa Türk medyasının başına geleceklerin ilk belirgin sinyali orada verilmişti. Ne acıdır ki bazı patronlar ve gazeteciler ya gidişatın nereye doğru evrildiğinin farkında değildi ya da korkudan ne diyeceğini bilemiyordu.
O toplantıya katılan birkaç patrondan ve genel yayın yönetmeninden bizzat dinlediğim ve edindiğim bilgiyi sizlerle de paylaşmanın da zamanı geldi sanırım. Yazacaklarımı o gün orada bulunan 6-7 kişiden teyit ederek naklediyorum. Ben sahne sahne anlatayım; siz de dinleyin. Neden o günkü toplantıya Türk basınının ölüm fermanının icraya geçiş tarihi dediğimi anlayın.
MEDYA ÜZERİNE AHKAM KESİYOR
Konutta uzunca bir masa, patronların ve genel yayın yönetmenlerinin isimleri tek tek yazılmış, herkesin oturacağı yer belli. Erdoğan, yanına Bülent Arınç, Beşir Atalay ve Hüseyin Çelik’i alarak geliyor. Önce uzun bir konuşma yapıyor. Terörden, şehitlerden bahsediyor ve sözü medyanın sorumlu/sorunlu yayınlar yapmasına getiriyor. Türkiye’deki her okuma yazma bilenin kendini gazetecilik konusunda yetkin görmesi, Erdoğan’da da kendini gösteriyor ve medya üzerine ahkam kesiyor…
Esas fırtına soru-cevap bölümüne geçildiğinde kopuyor. Başrolde Jöleli. Önce üstü kapalı bir şekilde Kürt sorunu ile ilgili cesur yazılar yazıp röportajlar yapan gazetecileri hedef gösteriyor. Onları terörle işbirliği yapmakla suçluyor. Tabi toplantı sahibi, ‘Al da at’ diye verilen pastan ziyadesiyle memnun. Veryansın etmeye başlıyor. Terör eylemlerinin haberleştirilmesi bahane edilerek gazete patronlarına ve genel yayın yönetmenlerine resmen ayar veriliyor.
YASEMİN ÇONGAR’IN İTİRAZI
Ahmet Altan ve Hasan Cemal gibi bazı önemli gazetecilerin gıyabında yapılan infaza cesur yürekli bir gazeteci dayanamıyor ve söz alıyor. ‘Burada olmayan bazı meslektaşlarımız hakkında üzücü konuşmalar yapılmasını yadırgadım; doğru bulmuyorum’ diyor. Yasemin Çongar’ın bu mert itirazı salondaki yardakçılarda soğuk duş etkisi meydana getiriyor; ancak yapabilecekleri bir şey yok. Neden? Çünkü karşılarındaki, konuyu gazetecilik mesleğine, o mesleğin temel disiplinlerine getiriyor. Teorik alt yapısı sıfır ama nasıl olmuşsa bir şekilde gazeteci sıfatı kazanmış bazı şahısların o gün Çongar’ı anlaması çok da kolay değildi elbette.
Yasemin Çongar’ın bilgi yüklü cevabı karşısında ne yapacağını şaşıran Yiğit Bulut, bir hamle daha yaparak gazetecilik mesleğini hiç mi hiç bilmediğini bir kez daha kayıtlara geçiriyor. Gazetelerin denetimsizliği üzerine bir şeyler söylüyor ve bir kontrol mekanizması kurulmasını öneriyor. Korkunç bir teklif! Tam anlamıyla bir sansür teklifi.
AYDIN DOĞAN’IN PRANGA TALEBİ
‘Jöleli’nin sansür teklifine hiç beklenmedik bir yerden destek geliyor salonda. Doğan Grubu patronu Aydın Doğan, tuhaf bir yaklaşımla ve dahi Erdoğan’ın gözüne girebilmek azmiyle Bulut’a destek veriyor. Daha önceki başbakanların terör eylemlerinin haber(siz)leştirilmesi ile ilgili beklentilerinden bahsettikten sonra taşı gediğine koyuyor: “Siz bir Bakanımızı vazifelendirin biz onunla bir araya gelelim, yeni bir yapı kuralım, terör eylemlerini haberleştirirken bir daha hata yapmayalım.” Onca yıldır Türkiye’nin en geniş medya ağına hükmeden Aydın Doğan, ya ne dediğinin farkında değildi ya da Erdoğan korkusu ile ne yapacağını şaşırmış durumdaydı.
Aydın Doğan, Türk medyasına bir pranga vurur da nice zamandır bu fırsatı bekleyen birileri bunu duymazdan gelir mi hiç! O günlerde Star TV ve Kanal 24’ün sahibi gibi görünen (ama asla öyle olmayan) eski AKP Milletvekili Tevhit Karakaya hemen öne atılıyor. ‘Aydın Abi’ye teşekkür ediyorum’ diye başladığı yıkama yağlama faslından sonra o da bir bakanın kendilerine öncülük etmesi ve yayınlara çeki düzen verilmesi konusunu destekliyor. O dakikaya kadar kuytu bir köşede avını bekler gibi insanları süzen Akit’in sahibi Mustafa Karahasanoğlu da, ‘Bir bakan nezaretinde kurulacak yapıya tam destek verdiğini’ açıklıyor.
O kadar insan ‘gel boynumu vur’ der de Erdoğan bunu ıskalar mı? Hemen yanında oturan ve o tarihte Anadolu Ajansı’ndan sorumlu bulunan Bakan’ına dönerek “Bülent Bey, hemen bir çalışma başlatın” deyiverir. Orada bulunan çok meşhur bir gazeteci diyor ki “Türk basının kendini iktidara teslim ettiği o dakikada salona baktım; birkaç gazeteci hariç hiçbiri yaşanandan rahatsız değildi. Onlar da soru sorma sırası kendilerine gelmediği için henüz bir şey diyememişti.”
‘SİZ KONUŞURKEN ÜÇ HATAMI FARK ETTİM’
Medyanın iktidara teslim törenine dönelim: Hürriyet Yayın Yönetmeni Enis Berberoğlu, bazı hatalı yayınlar yaptıklarını ama artık çok dikkatli olacaklarını, bu toplantının milat olabileceğini falan söylüyor. O dakikaya kadar bir köşede konuşma sırasının kendine gelmesini bekleyen ama dayanamayıp homurdanmaya devam eden Mehmet Ali Birand, ani bir çıkış yapıyor: “Sayın Başbakan, ben patronum Aydın Doğan’a katılmıyorum. Medyanın kendi bağımsız yapısını ortadan kaldıracak bir yapılanmanın hepimize zarar vereceğini düşünüyorum” diyor.
Birand öyle diyor ama oradaki heyetten pek çoğu Erdoğan’a yaranabilmek için iktidar sahiplerine gaz vermeye devam ediyor. O günlerde Akşam’ın Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya’nın ha bire not tuttuğu bir kâğıda bakarak “Sayın Başbakanım, siz konuşurken üç hatamı fark ettim” diyerek lafa girmesi bazılarının bıyık altı gülüşmesine neden oluyor. Küçükkaya bu durumun farkında mı? Ona çok yakın bir sandalyede oturana göre Küçükkaya bunu umursamıyor bile…
‘İKTİDARA YAKIN’ ZAMAN’DAN RED GELİNCE…
Tam Türk medyası Arınç’a bağlanmak üzereyken Zaman’ın Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı söz alıyor. “Ben Aydın Bey’in teklif ettiği Bakan nezaretini doğru bulmuyorum” cümlesi salonun buz kesmesine sebep oluyor. Daha sonraki cümleler daha da ağır: “Terör olaylarının nasıl haberleştirilmesi gerektiğine dair İngiltere’de, İtalya’da, Amerika’da önemli tecrübeler yaşandı. Terör eylemlerini naklederken nereye kadar habercilik, nereye kadar örgüt propagandası yapıldığını bilemeyen varsa gazetecilik yapmasın. Devletin müdahil olması da mesleğimizi bize öğretmesi de kabul edilemez. Hem böyle bir şey Türkiye’ye de zarar verir.”
Hava birden tersine dönmeye başlar. Çünkü oradaki büyük çoğunluk aslında Dumanlı gibi düşünmektedir ama korku belası ve yanlış anlaşılma endişesiyle susmayı tercih etmekte, bazısı da göze girmek için inanmadığı bir yapıya destek vermektedir.
TERÖRE KARŞI DEVLET NE YAPIYOR?
Zaman yöneticisi orada durmaz ve yeni bir fasıl daha açar. “Sayın Başbakan, medyanın nasıl yayın yapacağı bir tarafa; lütfen bize söyler misiniz nasıl oluyor da bir karakolumuz basılıyor, 24 askerimiz şehit ediliyor ve adamlar saatlerce süren çatışmadan tek bir zayiat almadan çekip gidiyor, niçin çatışma halindeki karakola vaktinde yardım ulaştırılamıyor, bu kadar büyük bir saldırı için oraya cephane yığmaları nasıl fark edilemiyor?”
Tabi herkes, özellikle de Erdoğan ve ekibi şoke olmuş durumdadır. O günlerde iktidar ile “Cemaat” birbirine çok yakın görüntü içinde ve bu soruların Zaman’dan gelmesi beklenmiyordu çünkü. Bilmiyorlar ki Zaman-iktidar ilişkisi hep bu ciddiyetteydi. Dumanlı son olarak ilginç bir soru daha yöneltip susuyor: “TRT ısrarla PKK yöneticisi Murat Karayılan’ın yakalandığını söyledi. Doğru mudur, doğru ise serbest mi bırakılmıştır? Bu tip sorulara cevap bekliyoruz. Yüreğimiz yanıyor…”
O ana şahit olan meslektaşlarımdan birinden dinlediğim ayrıntı: “Dumanlı’nın hemen yanında oturan bir medya patronu Ekrem Bey’e dönerek diyor ki ‘Seninle ilk kez karşılaşıyorum ama seni tebrik ediyorum. Fırsat olsa seni alnından öperdim şimdi. Burada herkes rol yapıyor; benim genel müdürüm bile. Bir seni, bir Birand’ı bir de Yasemin’i tebrik ediyorum.”
‘BİZ YANDAŞ OLURSAK…’
Ve son perde. Toplantı bitiyor, bahçeye çıkılıyor. Herkes kendi arabasını beklerken sigara yakanlar da var. Habertürk’ün Yönetmeni Fatih Altaylı ile Enis Berberoğlu’nun muhabbetine Dumanlı da dahil oluyor: “Ayıp değil mi, biz bu adamla arkadaşlık bile yaptık ama hiçbir zaman yağ yakmadık ve kendi özgürlüğümüzü teslim etmedik.” Bu eleştiriyi duyan bir yayın yönetmeninin cevabı ne olmuş biliyor musunuz? “Ben demedim mi sana biz yandaş olursak hepinizi sollarız diye” Ve acı kahkahalar…
Sonra ne mi oldu? O toplantıda kararlaştırıldığı gibi medya yöneticileri, Arınç’ın başkanlığında Aydın Doğan’ın otelinde bir araya geldi. Zaman geri adım atmadı, o toplantıya katılmayacağını ifade etti. Bunun üzerine davetli listesinden çıkarıldı. Zaman katılmayınca ikinci toplantı da yapılamadı.
Ne acıdır ki Ortadoğu tarzı bir sansürcü medyanın inşası için başta Zaman olmak üzere medyaya el kondu. Zaten bazıları medya dışındaki yatırımlarını koruyup kollamak için anahtarlarını iktidara teslim etmeye çoktan razıydı. Olan, ülkeye oldu…
(TR724)
Başbakanlık Konutu’nda hareketli saatler yaşanıyor. Onlarca kamera konutun önünde bekleşmekte. Türk medyasının neredeyse bütün patronları ve genel yayın yönetmenleri davet edilmiş. Daha ne 17-25 Aralık yaşanmış ne Gezi olayları. Ancak toplantı öncesinde PKK, Hakkari’de bir saldırı düzenlemiş ve 24 gencecik askerin canına kıymış. Yara büyük, hüzün ve öfke had safhada. Ve Başbakan Erdoğan medya ile durum değerlendirmesi yapıyor.
Toplantı bittikten sonra kimi kameraların karşısına geçti bir şeyler söyledi, kimi de kalemlerine sarılıp bir şeyler yazdı. Ama hiç kimse içeride yaşanan asıl konuya temas etmedi. Oysa Türk medyasının başına geleceklerin ilk belirgin sinyali orada verilmişti. Ne acıdır ki bazı patronlar ve gazeteciler ya gidişatın nereye doğru evrildiğinin farkında değildi ya da korkudan ne diyeceğini bilemiyordu.
O toplantıya katılan birkaç patrondan ve genel yayın yönetmeninden bizzat dinlediğim ve edindiğim bilgiyi sizlerle de paylaşmanın da zamanı geldi sanırım. Yazacaklarımı o gün orada bulunan 6-7 kişiden teyit ederek naklediyorum. Ben sahne sahne anlatayım; siz de dinleyin. Neden o günkü toplantıya Türk basınının ölüm fermanının icraya geçiş tarihi dediğimi anlayın.
MEDYA ÜZERİNE AHKAM KESİYOR
Konutta uzunca bir masa, patronların ve genel yayın yönetmenlerinin isimleri tek tek yazılmış, herkesin oturacağı yer belli. Erdoğan, yanına Bülent Arınç, Beşir Atalay ve Hüseyin Çelik’i alarak geliyor. Önce uzun bir konuşma yapıyor. Terörden, şehitlerden bahsediyor ve sözü medyanın sorumlu/sorunlu yayınlar yapmasına getiriyor. Türkiye’deki her okuma yazma bilenin kendini gazetecilik konusunda yetkin görmesi, Erdoğan’da da kendini gösteriyor ve medya üzerine ahkam kesiyor…
Esas fırtına soru-cevap bölümüne geçildiğinde kopuyor. Başrolde Jöleli. Önce üstü kapalı bir şekilde Kürt sorunu ile ilgili cesur yazılar yazıp röportajlar yapan gazetecileri hedef gösteriyor. Onları terörle işbirliği yapmakla suçluyor. Tabi toplantı sahibi, ‘Al da at’ diye verilen pastan ziyadesiyle memnun. Veryansın etmeye başlıyor. Terör eylemlerinin haberleştirilmesi bahane edilerek gazete patronlarına ve genel yayın yönetmenlerine resmen ayar veriliyor.
YASEMİN ÇONGAR’IN İTİRAZI
Yasemin Çongar’ın bilgi yüklü cevabı karşısında ne yapacağını şaşıran Yiğit Bulut, bir hamle daha yaparak gazetecilik mesleğini hiç mi hiç bilmediğini bir kez daha kayıtlara geçiriyor. Gazetelerin denetimsizliği üzerine bir şeyler söylüyor ve bir kontrol mekanizması kurulmasını öneriyor. Korkunç bir teklif! Tam anlamıyla bir sansür teklifi.
AYDIN DOĞAN’IN PRANGA TALEBİ
‘Jöleli’nin sansür teklifine hiç beklenmedik bir yerden destek geliyor salonda. Doğan Grubu patronu Aydın Doğan, tuhaf bir yaklaşımla ve dahi Erdoğan’ın gözüne girebilmek azmiyle Bulut’a destek veriyor. Daha önceki başbakanların terör eylemlerinin haber(siz)leştirilmesi ile ilgili beklentilerinden bahsettikten sonra taşı gediğine koyuyor: “Siz bir Bakanımızı vazifelendirin biz onunla bir araya gelelim, yeni bir yapı kuralım, terör eylemlerini haberleştirirken bir daha hata yapmayalım.” Onca yıldır Türkiye’nin en geniş medya ağına hükmeden Aydın Doğan, ya ne dediğinin farkında değildi ya da Erdoğan korkusu ile ne yapacağını şaşırmış durumdaydı.
Aydın Doğan, Türk medyasına bir pranga vurur da nice zamandır bu fırsatı bekleyen birileri bunu duymazdan gelir mi hiç! O günlerde Star TV ve Kanal 24’ün sahibi gibi görünen (ama asla öyle olmayan) eski AKP Milletvekili Tevhit Karakaya hemen öne atılıyor. ‘Aydın Abi’ye teşekkür ediyorum’ diye başladığı yıkama yağlama faslından sonra o da bir bakanın kendilerine öncülük etmesi ve yayınlara çeki düzen verilmesi konusunu destekliyor. O dakikaya kadar kuytu bir köşede avını bekler gibi insanları süzen Akit’in sahibi Mustafa Karahasanoğlu da, ‘Bir bakan nezaretinde kurulacak yapıya tam destek verdiğini’ açıklıyor.
O kadar insan ‘gel boynumu vur’ der de Erdoğan bunu ıskalar mı? Hemen yanında oturan ve o tarihte Anadolu Ajansı’ndan sorumlu bulunan Bakan’ına dönerek “Bülent Bey, hemen bir çalışma başlatın” deyiverir. Orada bulunan çok meşhur bir gazeteci diyor ki “Türk basının kendini iktidara teslim ettiği o dakikada salona baktım; birkaç gazeteci hariç hiçbiri yaşanandan rahatsız değildi. Onlar da soru sorma sırası kendilerine gelmediği için henüz bir şey diyememişti.”
‘SİZ KONUŞURKEN ÜÇ HATAMI FARK ETTİM’
Birand öyle diyor ama oradaki heyetten pek çoğu Erdoğan’a yaranabilmek için iktidar sahiplerine gaz vermeye devam ediyor. O günlerde Akşam’ın Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya’nın ha bire not tuttuğu bir kâğıda bakarak “Sayın Başbakanım, siz konuşurken üç hatamı fark ettim” diyerek lafa girmesi bazılarının bıyık altı gülüşmesine neden oluyor. Küçükkaya bu durumun farkında mı? Ona çok yakın bir sandalyede oturana göre Küçükkaya bunu umursamıyor bile…
‘İKTİDARA YAKIN’ ZAMAN’DAN RED GELİNCE…
Hava birden tersine dönmeye başlar. Çünkü oradaki büyük çoğunluk aslında Dumanlı gibi düşünmektedir ama korku belası ve yanlış anlaşılma endişesiyle susmayı tercih etmekte, bazısı da göze girmek için inanmadığı bir yapıya destek vermektedir.
TERÖRE KARŞI DEVLET NE YAPIYOR?
Zaman yöneticisi orada durmaz ve yeni bir fasıl daha açar. “Sayın Başbakan, medyanın nasıl yayın yapacağı bir tarafa; lütfen bize söyler misiniz nasıl oluyor da bir karakolumuz basılıyor, 24 askerimiz şehit ediliyor ve adamlar saatlerce süren çatışmadan tek bir zayiat almadan çekip gidiyor, niçin çatışma halindeki karakola vaktinde yardım ulaştırılamıyor, bu kadar büyük bir saldırı için oraya cephane yığmaları nasıl fark edilemiyor?”
Tabi herkes, özellikle de Erdoğan ve ekibi şoke olmuş durumdadır. O günlerde iktidar ile “Cemaat” birbirine çok yakın görüntü içinde ve bu soruların Zaman’dan gelmesi beklenmiyordu çünkü. Bilmiyorlar ki Zaman-iktidar ilişkisi hep bu ciddiyetteydi. Dumanlı son olarak ilginç bir soru daha yöneltip susuyor: “TRT ısrarla PKK yöneticisi Murat Karayılan’ın yakalandığını söyledi. Doğru mudur, doğru ise serbest mi bırakılmıştır? Bu tip sorulara cevap bekliyoruz. Yüreğimiz yanıyor…”
O ana şahit olan meslektaşlarımdan birinden dinlediğim ayrıntı: “Dumanlı’nın hemen yanında oturan bir medya patronu Ekrem Bey’e dönerek diyor ki ‘Seninle ilk kez karşılaşıyorum ama seni tebrik ediyorum. Fırsat olsa seni alnından öperdim şimdi. Burada herkes rol yapıyor; benim genel müdürüm bile. Bir seni, bir Birand’ı bir de Yasemin’i tebrik ediyorum.”
‘BİZ YANDAŞ OLURSAK…’
Sonra ne mi oldu? O toplantıda kararlaştırıldığı gibi medya yöneticileri, Arınç’ın başkanlığında Aydın Doğan’ın otelinde bir araya geldi. Zaman geri adım atmadı, o toplantıya katılmayacağını ifade etti. Bunun üzerine davetli listesinden çıkarıldı. Zaman katılmayınca ikinci toplantı da yapılamadı.
Ne acıdır ki Ortadoğu tarzı bir sansürcü medyanın inşası için başta Zaman olmak üzere medyaya el kondu. Zaten bazıları medya dışındaki yatırımlarını koruyup kollamak için anahtarlarını iktidara teslim etmeye çoktan razıydı. Olan, ülkeye oldu…
(TR724)