Romanya Haber

Her Şey Siyasileşiyordu…

[Yorum: Kemal Ay]
Haberlerde görmüşsünüzdür. İzmir’deki Şifa Üniversitesi’ne ait binaya devlet ey koyduktan sonra AKP İzmir Teşkilatı o binayı kiralamış ve geçenlerde de açılışını yapmış. Daha önce de Ankara’daki İpek Üniversitesi’nin bir binasının, AKP’li Numan Kurtulmuş’un eşine tahsis edildiği medyaya yansımıştı.
Bu haberlerden ne anlamalıyız?
12 Eylül darbesinden sonra kurulan ‘yeni düzen’de siyaset çok tehlikeli bir sözcüktü. Bilhassa solcular, 1980’lerde ve sonrasında yetişen nesillerin apolitik olmasından şikâyet ediyordu. Hatta 1990’larda yeniden yükselen öğrenci hareketleri, bu ‘rahatsızlık’ üzerine inşa edilmişti. Apolitik gençlerin ülke meseleleriyle yeterince ilgilenemeyeceği iddia ediliyordu. ‘Dertli’ insanların ancak siyasetle bu derde bir çare bulabilecekleri varsayılmıştı.
1siyasal akp983’te iktidara gelen ANAP, kısa süre siyasetteki bu ‘geri çekilmeden’ nemalansa da, 12 Eylül’le birlikte yasaklı hâle gelen Bülent Ecevit, Süleyman Demirel gibi siyasetçilerin yeniden oyuna dönmeleri için referanduma gidecekti. Nitekim halk, siyaseti yeniden istedi ve yasaklı liderler sahaya indi.
Gelgelelim, 1990’larda canlanan bu siyaset oyununda ‘kasa kazanır’ mantığı işlemekteydi. Buradaki ‘kasa’, elbette askerdi. 1997’de oyuna doğrudan müdahale etmiş ve o dönem gerçekten siyaset yapan, yoksul kesimlere ulaşan, milliyetçiliğe alternatif üreten, bu arada toplumdaki ‘Batı-karşıtı’ (Anti-emperyalist) damara da hitap eden Refah Partisi ‘oyun dışı’ bırakılmıştı.
OY VERMEKLE SAHİP ÇIKMAK ARASINDA
Bu kısa süreli siyaset oyununun şartlarını tamamen değiştiren unsur, 2001 yılındaki ekonomik krizdi. Eski aktörler, bu kez doğal yollarla, yani toplumsal sorunlara cevap veremeyerek oyun dışı kaldı. ‘Siyaset’ görece daha özgür bir zeminde, farklı şartlarda oynanırken, AKP’nin yıldızı parladı.
2007’de bu kez Cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale etmeye çalışan Anayasa Mahkemesi, AKP’nin ‘irticaı hortlatacağına’ dair oluşan inançla birlikte başlayan Cumhuriyet Mitingleri ve askerin hayli beceriksiz bir biçimde (e-muhtıra) siyasete müdahale etme denemesi, ters tepti.
Bu yıllarda, yani 2007 ile 2011 arasında, ‘siyaset’ 1970’lerdeki gibi ‘kanlı’ olmasa da, toplum kesimleri arasında yeniden ısınılan bir oyundu. 2002’de ekonomik kriz sebebiyle rotasını bilindik aktörlerden AKP’ye çeviren halk, 2007’deki siyasete müdahale çabaları sebebiyle, AKP’yi ‘tutmaya’ başlamıştı.
2008’deki parti kapatma davası (yargı sorunu), kısa süre sonra başlayan Ergenekon soruşturmaları (askerî vesayet sorunu) ve 2009’da Erdoğan’ın yaptığı kuşatıcı Diyarbakır mitingi (Kürt sorunu), AKP’nin Türkiye’nin sorunlarıyla ‘yüzleşebilecek’ ve onları ‘aşabilecek’ potansiyelde olduğuna dair bir umut parıltısıydı.
Bu süreçte, AKP sadece yurt içinde değil, yurt dışında da sempati uyandırdı. Avrupa Birliği (AB) başta olmak üzere, Batılı kurumlar ve ülkeler AKP’ye kucak açtı. ABD, Türkiye’yi Ortadoğu’ya model olarak gösterdi. Arap Baharı sırasında Tunus’ta, Libya’da, Mısır’da sokaklara dökülen gençler, ‘Türkiye modelini’ talep ediyordu. Türk akademisyenler, dünyanın dört bir yanına, Türkiye’deki ‘demokratikleşme’ atmosferini anlatması için çağrılıyordu.
Bu, iyi bir hikâyeydi. Elbette alternatifleri, muhalifleri, memnuniyetsizleri ve hatta mağdurları da olan bir hikâye.
VAZGEÇEMEME HÂLİ
2010 referandumu ve 2011 seçimlerinin ana gündem maddesi, ‘siyaset’ oyununun yeterince oynandığı, artık kurumsal kararlar alınması ve yeni anayasayla birlikte gelecek kuşakların daha yerleşik bir demokrasi ile yaşamasının sağlanmasıydı. En azından ben öyle umut etmiştim.
2007’de Ergun Özbudun’un hazırladığı bir Anayasa taslağı vardı ve 2011’de eğer AKP güçlü bir şekilde iktidara gelirse, bu taslağın hayata geçmesi mümkündü.
Bu hareketli ve çok yoğun dönemde, pek kimsenin göremediği, görse de doğru şekilde tarif edemediği şey, 2007’de başlayan bu ‘sahip çıkma’ güdüsünün, yerini yavaş yavaş ‘vazgeçememe’ tutkusuna bırakmasıydı. Siyaset oyunu, hiyerarşiler üstü bir noktaya doğru adım adım ilerledi. Siyasete, siyaset dışı müdahalelerin engellenmesi, yani vesayetle mücadele konusunda gösterilen çaba, bir anda siyasetin ‘her şey’ olduğu bir bataklığa sebebiyet verdi.
‘Hohlaya hohlaya buzdağlarını erittik’ demişti şair, ‘ama etraf da çamurdan geçilmiyor.’
TEK DEĞER SİYASET OLUNCA
Kendisini kahramanla (Erdoğan) özdeşleştiren toplum, zamanla kendisini tamamen kahramanda kaybetti. Siyaset oyununda askerin varlığı boşa düşünce oluşan boşluk, AKP tarafından değil, bizzat Erdoğan’ın kendisi ve ‘aurası’ tarafından dolduruldu. PR ajansları ve yandaş medya bir çeşit ‘Erdoğan miti’ oluştururken, bundan en fazla nemalanan da, AKP ve çevresi, yani ‘siyaset’ olacaktı.
Doğal anlamıyla ‘siyaset’, toplumsal sorunların müzakere edilmesi ve bir karara bağlanması için ‘yaratılmış’ (insan yapısı) bir kurumdur. Toplumsal hayatın düzeni ve devamı için gereklidir belki ama toplumun kendine ait olan ‘sivil’ alanlarda ve yargı gibi ‘objektif olması zaruri’ alanlarda sözü geçmemesi gerekir. Aksi hâlde, başka her şey anlamını yitirir ve siyaset tek belirleyici (değer) olarak diğer bütün toplumsal değerleri yok eder.
Bunun örnekleri çok. Sovyetler Birliği’nde sözgelimi, hayatın merkezine gelip oturan Komünist Parti, akademiden de, yargıdan da, eğitim hayatından da, sanattan da, spordan da üstteydi. İnsanlar, Parti’yle ilişkilerine göre değerlendiriliyordu. Eğer Parti’ye yakınsa, alelade bir akademisyen, Moskova Üniversitesi’ne rektör olabiliyordu. Parti’nin desteklediği sporcular uluslararası müsabakalara gidiyor, Parti’nin sevdiği sanat akımları hayatta kalıyordu. Siyasetin temel belirleyici olduğu bu sistemde, diğer hiçbir alanın kendine ait bir ‘değeri’, bu ‘değeri’ üretebilecek kendi özerk alanı kalmamıştı. Stalin’e kendinizi beğendirebiliyorsanız, kitaplarınızı Sovyetler Birliği’nin bir ucundan öbür ucuna bütün kitapevlerinde sattırabiliyordunuz. Bir takım eleştirmenler sizin kitabınızı beğenmedi mi? Çalışma kamplarında çalışacak insanlara ihtiyaç vardı, eleştirmenler de taş kırabilirlerdi.
PARTİ TOPLUMU İNŞA EDİLİYOR
Bu sistemin, yani her şeyin belirleyicisi olarak ‘siyasetin’ ikâme edilmesinin, iler tutar bir yanı yok. Ama Türkiye şu anda tam da oraya doğru yol alıyor. Üniversite binaları, siyasîlere ‘peşkeş’ çekiliyor. AKP’nin herhangi bir ilçe teşkilatının yöneticisi, muhalif bir sanatçıdan daha çok ‘itibar’ görüyor. Hasbelkader milletvekili olmuş, belki siyasette adam akıllı bir tecrübesi bile olmayan birisi, yıllarını kitaplara adamış yazarlardan, birikim sahibi akademisyenlerden daha ‘muteber’. Ara sıra etrafa hoş görünmek kabilinden ‘farklı seslere’ müsaade edilse de (Cumhurbaşkanlığı Sanat Ödülleri’nde Şener Şen’e iltifat edilmesi gibi) asıl belirleyicinin ‘siyaset’ olduğu bir ‘parti toplumu’ inşa ediliyor.
1980’lerdeki ‘apolitik’ toplum mühendisliği, yani akademisyenlere siyasî demeç verme yasağı, bürokratların ağzının bantlanması, sanatçıların ‘hepimiz kardeşiz’ abukluğuna zorlanması gibi hususlar ne kadar yanlışsa, bugün ‘topyekûn particilik’ denebilecek anlayış da o kadar yanlış. Hemen her meselede, eğitimde, bilimde, sanatta, sporda, hatta sağlıkta partiye göre karar vermek, bugün AKP’nin en büyük zararlarından biri.
Bilhassa sivil toplumsal alanları bir bir yok edip, yerine parti-destekli yapılar inşa etmeye çalışan iktidar, bugün olmazsa yarın bir çeşit Sovyet modelini işleme koymaya çalışıyor. Buradan toplumun yararına bir şey çıkmayacağı aşikâr. Bu anlayışa meze olmayı kabul eden, akademisyen, sanatçı, sporcu, gazeteci kim varsa, onların da ömürlerinin ancak Parti’nin arzu ettiği kadar olduğunu görmeleri için birazcık tarih okumaları yeterli.