[Haber-Analiz: Kemal Ay]
Geçen hafta, sağ kulağında bandaj, gözleri kapalı, yüzünde darp izleri, kan oturmuş avurtlarıyla Abdi Aykut isimli, orta yaşın üzerinde bir adamla tanıştık. Önce sosyal medyada dolaştı fotoğraf, ardından CHP Milletvekili Sezgin Tanrıkulu gündeme taşıdı ve Binali Yıldırım’la, Süleyman Soylu’ya sordu:
“Gözaltına alındıktan sonra işkence gördüğü bildirilen Abdi Aykut’un durumu ile ilgili işlem yapacak mısınız?”
Birkaç gün sonra Süleyman Soylu Trabzon’da bir toplantıda iddialara cevap verdi:
“Terörle mücadele ediyor Türkiye. Terörle mücadele sürerken bir muhalefet milletvekili çıkıp, ‘Mardin’de Koruköy’de ne oluyor? Orada bir köyü neden çevirdiniz?’ diye soru soruyor. ‘Orada işkence yapıyorsunuz’ diye bir anlayışı ortaya koyuyor. Bir yaşlıdan bahsediyor. ‘Ona işkence ediyorsunuz’ diyor. Hukuk devletinin dışında hiçbir şey yapılmıyor.”
Hızını alamadı ve şunları da söyledi:
“O yaşlının bulunduğu evi biz beş aydır takip ediyoruz. O ev İstanbul’da, Mersin’de, İzmir’de ve milletin canını acıtan patlamalara ev sahipliği yapan planın evidir. O yaşlı dediğiniz adam ise teröre ev sahipliği yapıyor. O köyde güvenlik güçlerimiz var. Köyün altını tamamen sığınağa çevirmişler. Belli ki bir hazırlığın içerisindeler. Orada çatışma hala daha sürüyor. Köyde bombaların, el yapımı patlayıcıların, Kalaşnikofların ve bu tür hazırlıkların ne işi var? Orayı üs haline getirdiler. Bunlar olurken çıkıp muhalefet partisinin birkaç milletvekili bana soru soruyor. Bana ne soruyorsun, git Kandil’e sor, git Karayılan’a sor da sana anlatsın ne olduğunu.”
İNSANLIĞIN ÇİVİLİ, ÇEKİÇLİ TARİHİ
O sihirli sözcük: ‘Terörle mücadele’.
Bundan sonraki yıllarda, medeni ile barbarı ayıran en önemli vasıflar arasında muhtemelen ‘terörle mücadele’ kapsamında neleri meşru gördüğü, nelere itiraz ettiği de yer alacak. ‘Terörle mücadele ediyoruz!’ o hâlde her haltı yemeye ehliyetimiz var! ‘Terörle mücadele ediyoruz!’ o hâlde asarız, keseriz, öldürürüz…
Sorun Abdi Aykut’un gerçekten ‘terörist’ olup olmamasında, o köyde terör planlaması yapılıp yapılmamasında değil. O bambaşka bir konu.
Sorun, ‘terörle’ nasıl mücadele ettiğimiz. Bunun, insanlığımıza nasıl etki ettiği… “Eline çekiç alan, her problemi çivi olarak görmeye başlar” sözündeki hakikat.
İnsanlığın tam da böyle çivili, çekiçli bir tarihi var. Bugünlere kolay yollardan gelmedik. İşkencenin, yargısız infazların ‘suç’ kabul edilmesi yeni sayılır. Aradan iki büyük dünya savaşı geçti. Ve insanlar her defasında bu konuda kaçak güreşmeyi seviyor.
Geçen yıl CIA’in işkencelerine dair ABD Senato’sunda kapsamlı bir rapor hazırlandı. O raporda uzmanlar, net bir dille, işkencenin bir işe yaramadığını anlattı. İşkence ederek bilgi alınabiliyor muydu? Hayır. İşkence yöntemiyle başkalarının terör eylemlerinden vazgeçmesi sağlanabiliyor muydu? Hayır. The Gatekeepers (2012) diye bir belgesel var, İsrail istihbaratını yöneten insanlarla yapılmış röportajlardan oluşuyor. Seyredin, işkenceyle zulümle bir yere varılıp varılamadığını kendi ağızlarından dinleyin. (İşkenceyle ‘sonuç’ alınsa bile, işkence meşruiyet kazanmaz gerçi.)
GÜÇ GÖSTERİSİ
Peki, neden dünyada yaygın bir şekilde işkence var? Bunun bir basit, bir de karmaşık cevabı var. Basit cevap: Güç gösterisi.
Akademisyenlerin Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki eyleminde gencecik öğrencilere, akademisyenlere copla müdahale ederken, polislerin suratlarının aldığı o ifadeye dikkatlice bakın. Sadece o eylemde değil, eline cop, üstüne yetki verilen her polis (ya da insan evladı), yeterli bir motivasyonla, o duruma gelebilir.
Fizik kuralları gibi basit bu: Su, 100 derecede kaynar. Ancak basıncı arttırırsanız, mesela düdüklü tencerede kaynatırsanız, 100 dereceden daha çabuk da kaynar.
Gezi Parkı olaylarından bu yana polise “Destan yazdı!” denilerek sahip çıkılan, her kafa göz yardıklarında taltiflerle ödüllendirilen bir atmosferde, suyun kaynamama şansı yok. Üstelik işkence eden, insanları protestolarda yerlerde sürükleyen, tartaklayan polislerin bir sorumluluğu da yok. Niye kaynamasın?
ADALETSİZLİĞE ZEMİN KAZANDIRMAK
Karmaşık cevap, güç gösterisiyle adaletsizliğin kesiştiği noktada karşımıza çıkıyor. Süleyman Soylu’nun açıklaması bu yönüyle anlamlı. “Biz bu adamı takip ediyoruz ve suçlu” diyor özetle Soylu. Üstelik bir insanı ‘suçlu’ ilân edebilmek için mahkeme kurulması ve âdil bir şekilde yargılanması gerekirken.
ABD’de Usame Bin Ladin’in mahkemesiz öldürülmesi bile, tartışma konusu olmuştu. Vietnam Savaşı’nda, Irak İşgali’nde, Afganistan’da yaşanan ne kadar işkence, kötü muamele, yargısız infaz varsa çeşitli şekillerde medyada yer aldı. Kamuoyunda defalarca gündeme getirildi. (Sonuçta Amerikan halkı gitti, işkenceyi makul bulan bir adamı, Donald Trump’ı seçti, bu da ayrı bir tartışma.)
Soylu, hukuk içinde mücadeleden bahsederken, belli ki hukuktan zerre anlamış değil. Düşmanı (teröristi) insandan saymamak, adalet getirmiyor. Bilakis, adalet fikrinin altını oyuyor.
Zira hukuk öncelikle vatandaşların suç işlediklerinde dâhi belirli bir çerçevede karşılığını görecekleri bir sistem için var. Bu çerçeve, onların ‘iyiliği’ için kurgulanmış bir çerçeve değil sadece, bizim, yani o suçun cezasını verecek toplumun ‘iyiliği’ için de önemli. Toplum, suçluları cezalandırırken suçlularla aynı hissiyata, yani zulmetmeye meyletmemek için mahkemeleri ve hapishaneleri icat etti. (Bunların usulsüz kullanımı da ayrı bir mesele ve şu an Türkiye’de bir de bu problem var.)
ADALET HİSSİNİ KAYBETMİŞ TOPLUMLAR
Çünkü şiddet, şiddeti çağırıyor. Birisinden dinlemiştim, Bediüzzaman talebelerine bir ampulü bile çöpe atarken, kırmadan atmalarını, kırdıkları takdirde içlerindeki ‘yıkma, bozma’ hissinin güçleneceğini salık veriyor. İnsan, öfkeye değil akla ve sağduyuya râm olmak zorunda. O sebeple mesela Bediüzzaman, ‘her kalbe bir yasakçı koymadan’ toplumda mutlak huzurun sağlanamayacağını da (güvenlikçi yaklaşımları reddeder bir şekilde) söylüyor.
Bir toplum, şiddete yol verdikçe, kendi içinde büyüyen o karanlığı hesap edemez hâle gelir. Mesele sadece ilkelerin heba edilmesi ve çelişkiler içinde yaşanması değil, yüceltilen bir şiddet kültüründe yetişmek, kaba sabalığı, hoyratlığı, umursamazlığı ve zamanla kofluğu, çürümüşlüğü, yıkımı beraberinde getiriyor. Çocukluğunda şiddete maruz kalmış, şiddet ortamında yaşamış kimselerin ileride psikolojik sorunlar yaşaması boşuna değil.
‘Adalet’ hissini kaybetmiş toplumların iflah olmadığı, tarihte örnekleriyle mevcut. İnsanların özgürce kendilerini ifade edemediği, sürekli bir baskı altında yaşadığı, söz söylemeye, tartışmaya yanaşmadığı ve sürekli kavgaların, akıl dışılıkların revaçta olduğu toplumlara dönüşüyorlar.
Üstelik sadece kendileri de değil, çocukları, onların çocukları ve onların çocukları da bu sinikliği, bu ezikliği miras olarak alıyor. Doğru düzgün, meşru kuralları olmayan ve güçlünün hep haklı olduğu toplumlar ancak güce tapınma esareti getiriyor.
İSLAM’DA ÖZGÜRLÜKLER, HAK VE HUKUK
Bu özgürlükleri fazlaca ‘Batılı’ bulabilirsiniz. O hâlde, halk içinden insanların mescitte, Peygamberin (sav) ya da halifelerin huzurunda rahatlıkla konuşabildiği, Ka’b bin Malik (ra) gibi bir sahabenin yaptığı ‘hatayı’ olgunlukla anlattığı ve kayda geçirip Hadisler arasına naklettirdiği, Hadis rivayet edenlerin “Benim babamdan hadis rivayet etmeyin, bazı zaafları vardır” diyebildiği, savaşa giderken sivillerin, çocukların hatta ağaçların dâhi koruma altında olduğu, Müslümanlara okuma-yazma öğreten ‘düşmanın’ serbest bırakıldığı ilk İslam toplumlarını örnek almanız gerekmez mi?
Güneydoğu’daki askerî operasyonlarda (gerekçeleri meşru bile olsa) hiçbir hak ve hukukun gözetilmemesi, evlerin yakılıp yıkılması, yakalananların işkenceden geçirilmesi, öldürülenlerin burunlarının kulaklarının kesilmesi, vücutlarının yerlerde sürüklenmesi, çoluk çocuk demeden sivillerin katledilmesi, bu yönüyle ne medenî hukuka sığar, ne de İslam’a.
Hal böyleyken, bu işleri yapanlar sadece çocuklarına utanacakları bir miras bırakmakla kalmıyor, bütün bir milletin çocuklarını karanlık bir geleceğe mahkûm ediyor. Bugünkü karanlığın da, benzer bir geçmişten, benzer bir hoyratlık ve kaba sabalıktan kaynaklandığını göremiyor.
İnsanlığınızı kaybettikten sonra, dünyaya nizam vermişsiniz ne önemi var?