Her seferinde daha sert çalıyor saat.
Temmuz sonlarından beri yayınlanan her yeni Kanun Hükmünde Kararname, aslına bakarsanız, bir Uyandırma Servisi.
Her yeni KHK geldiğinde güzide toplumumuzun eğitim görmüş kesimi gözünü açıyor.
Darbe girişiminden bu yana neredeyse yedi ay geçti.
Yedi ay.
FAŞİZMİN GÖZÜNDE BÜTÜN MUHALİFLER AYNI..
Darbeyi sorgulayın; herşeyin cevabı orada saklı. Bana öyle geliyor ki, Ahmet Şık kardeşimiz sırf bu konuyu ‘kurcaladığı’ için, soru sormaktan bıkmadığı için içerde. Faşizm tepemizde bıçak gibi sallanıyor; kimse muafiyete veya ayrıcalığa sahip değil, bilin. Evvelce bir yerde yazdığım gibi, ‘Siz kendinizi öteki muhalif kesimlerden ne kadar değişik veya uzakta tanımlarsanız tanımlayın, asla unutmayın ki Faşizm denen renk körü canavarın gözünde hepiniz aynı yerdesiniz; yok birbirinizden farkınız. Hepiniz düşmansınız. Tek fark, size biçilen kurban etme, yok etme zamanlamasında.’

Ve nihayet, o eğitim görmüş dediğimiz, kafası çalışan ya da kafasının çalıştığını zanneden, bu iktidara kendi meşrebinden ve değer dünyasından itiraz eden muhalif kesimler, KHK’ler kafalara kafalara vurdukça ‘bir dakika’ diye sorar oldular.
Yedi ay önce yapmaları gereken şeyi şimdi yapmaya nihayet başlamış bulunuyorlar.
Sebep-sonuç ilişkisi kuruyorlar.
En son 330 akademisyenin tasfiyesini emreden KHK sayesinde filmi şimdi Temmuz 2016’ya doğru geriye sarıyorlar.
Bu sağlıklı bir gelişme.
Çünkü darbenin kendisini sorgulamaya götürecek onları.
Çok iyi.
Çünkü o meş’um gece boyunca ülkenin sırtına bir kamikaze hançeri gibi saplanan darbesel kalkışma ‘parodisi’ nin önü arkası, sağı solu en keskin analitik akılla sorgulanmadan bugün gelinen sefil durum anlaşılamaz.
Biraz geç oldu, ama geç olsun da güç olmasın.
Ülkede yazmasına çizmesine imkan verilen gazeteci kalmış olsaydı, kalan gazeteciler de mesleki refleksleri yerine ideolojik gözlüklerle sağa sola boş boş bakınmayı bıraksalardı, daha 16 Temmuz sabahından itibaren ‘bir dakika, bu darbeyi kim yaptı?’ diye ısrarla sormaya başlarlar; ahlaktan ve temizlikten sınıfta kalmış, yoz bir iktidarın kendilerine anlattığı hikayelerin masal olup olmadığını düşünmeye zahmet ederlerdi.
Sözüm özellikle kendisini sol cenahta tanımlayan meslektaşlarıma.
Onların zeka ve ahlak düzeyinin Ultra-Kemalist, militarist, Cemaatçi veya düpedüz patron hizmetkarı olanlara göre tartışmasız bir şekilde üstün olduğunu varsaymalıyız ama anlamalılar ki mevcut iktidarın kurnaz toplum mühendisliği ve kamu iletişim stratejisine 15 Temmuz sınavında yenik düştüler.
Tıpkı akademi camiası, düşünce kuruluşları ve kimi STK’ler gibi.
Toplumun AKP karşıtı elitinin ezici bölümü kendisine anlatılan ‘işte şeytan’ hikayelerinin akıntısına kapıldı, pek çoğunun Cemaat ve Kürt alerjisi reflekslere dönüştü, Yenikapı ruhu manipülasyonı başladığında ‘bir dakika biz Meclis’in üçüncü partisinin dışlandığı bir buluşmaya neden demokrasi şöleni diyoruz?’ diye sorma zahmetine dahi girmeden, kendilerine teklif edilen cadı avcılığının bir ucundan tutuverdiler.
Yalanı, haydi yalanı demeyelim, doğruluğu kanıtlanmamış bir ‘düşman üretme’ söylemini satın aldılar.
Bile isteye bunu yaptılar.
Yapmayanlar sessiz kaldı.
‘Büyük Tereddüt’ hakim oldu.
Ve çok geçmeden, KHK üstüne KHK, ortada hiçbir hürriyet mecrası kalmayıncaya kadar, mülkiyet hakkı tepeleninceye kadar, gözler önünde insanlık dışı bir sistem tasfiyesi derinleşinceye kadar sürdükçe, ses çıkarmaları daha riskli hale geldi.
‘Aman şimdi ben kapı komşum profesörü savunursam F…Ö’cü ihbarı yerim’, ‘İyisi mi bu HDP’lilerin gözaltı meselelerine ses etmeyeyim, bölücülükten kodesi boylarım, işimden olurum’ korkusu her yeri sardı.
Aynen 1930’ların ortalarına doğru Nazilerin kurduğu Kararname Rejimi günlerinde olduğu gibi.
Yahudi ve Komünist avı başladığında, kocaman bir elit kesim ‘Kripto Yahudi’ veya ‘Kripto Komünist’ yaftasından köşe bucak kaçmak için olan biteni, ta sıra kendilerine gelinceye kadar seyredip durmuştu, öylece.
Geç olmuştu.
Bizde de benzer bir durum var.
Her KHK, belki ‘uyan ahali’ demiyor, çünkü ahali uyurgezer halde, ama esas işlevi ahaliyi uyandırmak olan kesime ‘bari siz uyanın’ diyor.
Bu yedi ay boyunca ‘yalanda yaşama’ halimizi içim acıyarak izledim durdum. Aklı başında sandığım pek çok kişinin – kimileri tanıdıklarım – kendilerine hiç yakışmayan bir ezberi tekrarlamalarını üzülerek gözlemledim.
En acısı, tehlike kendi yakın çevrelerine, kimlik alanlarına yaklaştıkça, aralarından biri KHK veya Olağanüstü Hal marifetiyle mağdur edildikçe, 15 Temmuz’da satın aldıkları ‘F…Ö’ ve ‘Bölücü Örgüt’ tanımlamaları üzerinden safiyane argümanlar kurgulayıp ‘ama bu haksızlığa uğratılan bizimkiler F…Ö’cü değil ki, Bölücü değil ki’ diye adeta merhamet ve muafiyet talep etmeleri.
Bu ‘bizim kimlik alanımıza dokunmazsanız, biz de sizin ötekilere haksızlıklarınıza göz yumar, kardeş kardeş ve çürüme içinde birlikte yaşarız’ anlamında bir kollektif tavır ve hala, her gün yeniden üretilerek, özellikle hem Gülen Cemaat’ine hem de Kürt Siyasal Hareketi’ne alerji duyan Kemalist kesimde ağırlık bularak devam ediyor.
Bu bir hastalık.
Barışa sahip çıkmış akademisyenleri kapsayan ama başkalarını da içeren son KHK çok haklı olarak geniş bir kesimi ayağa kaldırmış gibi görünüyor.
Bu iyi; çünkü herkes bilmeli ki bu KHK rejimi kolay kolay bitmeyecek. Hükümet yanlısı köşe yazarlarından anladığımız kadar – en son Abdülkadir Selvi’nin yazdığı gibi – en az bu yıl sonuna kadar sürecek.
Ve önüne ne çıkarsa, renk ayrımı gütmeden, aynen Stalin ve Hitler döneminde yaşandığı gibi muazzam bir tasfiye ve sindirmeye yol açacak.
Uyandırma Servisi bunun için önemli.

Kendisini akıllı ve zeki zanneden sol, liberal veya ılımlı laik kesimlerin anlaması gereken birkaç nokta var:
‘Biz neden yedi ayda bu noktaya geldik?’ sorusunun cevabını, bugün artık iyice amatörlük-kurnazlık bileşimi gibi sırıtan 15 Temmuz darbe girişiminin içyüzünü sorgulamadan almak mümkün değildir. Darbenin içyüzünü anlamadan da bugün neden bu noktaya gelindiğini anlamak mümkün değildir.
Gelen her kararname, zorbalığın kapsama alanı genişlediği ölçüde, darbe sonrası suçlu ve sorumluları, adına ‘F…Ö’ denen yapıda bulma hedefinin yapaylığını, ‘bahane’ veya ‘vesile’ halini biraz daha teşhir ediyor. Süren tasfiye, soruşturma ve tevkifat dalgasının bugün netleşen toplu manzarası, ‘tektipleştirme’ amaçlı muazzam bir siyaset ve toplum mühendisliği projesinin devreye sokulduğunun en görünür kanıtı.
‘F…Ö’ bir göz kamaştırmanın, optik yanıltmanın adı olabilir. Bunun tersi kanıtlanıncaya kadar, her dürüst aydın bunu böyle kabul etmek durumundadır. Kim kanıtlayacak? Elbette ki, eğer inandırıcılığı ve bağımsız kimliği kaldıysa, yargı. Yargının ne kadar manipülasyona açık ve oynak olduğunu Ergenekon ve Balyoz davaları kadar, her biri düşen Faili Meçhul davalarından da anladık.
Bu davaların özü boş muydu? Kurmaca mıydı hepsi? Asla değil. Ama yargı, organize suç da olsa ‘suçun kişiselliği’ ilkesini uygulamaktan aciz bırakıldı ve şimdi o davanın şüphelileri sanki ortada hiçbir suç yokmuş gibi muzaffer edayla toplum içine karıştılar.
Ne değişti son yedi ayda? Yargı daha da zayıflarken ve biatkâr olurken, ortada darbe girişimi gibi bir somut suç varken, ve en önemli iş tek tek suçluları ayıklamak iken, aidiyet üzerinden bir sosyal grup parya ve düşman ilan edildi; en insanlık dışı muameleye ayrım gözetmeksizin maruz bırakıldı. Oysa bir dini inanca, bir tarikata veya cemaate bağlı olmak başlı başına suç değildi ve değil. Diğer yandan, bir ucu silahlı yeraltı faaliyeti olan Kürt Siyasal Hareketi hedef tahtasına yeniden oturtulurken, tek beklentisi barış ve huzur olan geniş bir seçmen kitlesinin habitat’ı yerle bir edildi, ölüm aralarında kol gezdi.
Şimid şeytan olan bu iki kesime uygulanan zulme karşı çıkan farklı kimliklerdekiler de kapsama alanına girdi çoktan.
Ve, bunlar olurken, seyirci değişti. Büyük bir kesim, vicdanı donmuş halde, olan biten her haksızlığı boş gözlerle izleyip durmakta.
Anlaşılması gereken son nokta, 15 Temmuz darbe girişimi ile hemen ardından gelişen Karşı-Darbe’nin iç içeliği, arzettiği ‘devamlılık’tır. Bunu – asla övünmek için söylemiyorum – 17 Temmuz’da, sonradan kapatılan Özgür Düşünce gazetesindeki son yazımda ‘Ey ahali, karsı darbe başladı, farkında mısınız?’ başlıklı yazımda yazmıştım. Uyarma ve uyandırma amaçlıydı. Gördüklerimden çıkan sonuç buydu ve paylaşılması gerekiyordu. Karşı darbe 16 Temmuz’da başlamıştı, ve Olağanüstü Hal ile derinleşti, yayıldı. Yedi ay, umarım, KHK’ler ve Büyük Tereddüt temsilcisi CHP’nin zaafları üzerinden uygulamaya konan ‘Türkiye sisteminin siyasi ve toplumsal genetiği’nin değiştirilmesi projesidir.
Bilin ki, bu Uyandırma Servisi devam edecek.
Ama her geç uyanışta daha beter bir yıkım ve acı manzarası göreceksiniz, bilin.
Bu toplum bir kimlikler mozağidir. Bu mozaiğin bir kısmına hınç ve alerjiyle, fatura çıkarma hırsıyla bakmak, tektipleştirme projesinin suçuna ortak olmaktır.
Uzattım biliyorum ama KONDA’dan Bekir Ağırdır’ın geçenlerde Cumhuriyet’e verdiği mülakatın şu kısmı, derdimi anlatmada sanırım yardımcı olacak:
‘Biz kendimize özgü katmanları olan bu krizin içindeyiz. Nedir o? Bir kere, bu ülkenin yüzyıldır, 150 yıldır kalkınma ve modernleşme ya da toplumsal dönüşüm problematiği var. Ulus devletin ve cumhuriyetin modellemesi ile ilgili hep farklı kümeler oldu. Biz problemlerden ders alarak yeni bir çözüm tartışmıyoruz. Tarafların şimdi hangisi galip, şimdi hangisinin sistemi geçerli olacak ya da ilkeleri geçerli olacak kavgasını yapıyoruz. Dolayısıyla sürdürülebilir değil.
Bizim temel meselemiz nedir? Bir kimliğin etrafında, yani Türk kimliği diye bir kimliğin inşası var cumhuriyetle beraber. Ama bu kimliğin dışında kalan insanlar, kümeler var. Bu kimliği inşa ederken ‘bütün dünya bize düşman’ gibi korkular, paranoyalar var.
Türkiye’de bugün topluma baktığımızda, hiçbirisini yok sayamayacağımız büyüklükte farklı iyi, doğru, güzel tanımları yani değer seti olan kümeler var. İster dindarlar – laikler olarak bak, ister Türkler – Kürtler diye bak, ister ilericiler – gericiler, muhafazakârlar diye bak, nereden bakarsan bak… Bu kümelerin hiçbirini yok sayamayız. Bizim meselemiz ve asıl problemimiz bunca yaşadığımız deneyimden sonra, hepimizin içinde var olabileceği yeni bir kimlik, yeni bir ülkenin yaşam kurallarını tanımlamak yerine, eskiye itirazı olan kimliğin, gücü ele geçirip kendi kimliğinden yeni bir hayat tasarlamaya çalışması. Eski hatayı tekrarlamak bu.
Mesele budur.
Kendimizi toplayalım. Kendimizi gözü dönmüş bir iktidar nezdinde meşrulaştırmak, onun hışmından muaf kılmak amacıyla başkalarına – örneğin Cemaat’in tabanına veya Kürt tabana veya diğerlerine – reva görülen zulme kafa sallamayalım.
Ormana sahip çıkalım, tek tek ağaçlara değil.
Bilin ki ne bu iktidarın ve Reis’inin fikri değişecek, ne de ekilen öfke ve baskı bu ülkeye huzur şeklinde geri dönecek.
Darbeyi sorgulayın; herşeyin cevabı orada saklı.
Bana öyle geliyor ki, Ahmet Şık kardeşimiz sırf bu konuyu ‘kurcaladığı’ için, soru sormaktan bıkmadığı için içerde.
Faşizm tepemizde bıçak gibi sallanıyor; kimse muafiyete veya ayrıcalığa sahip değil, bilin.
Evvelce bir yerde yazdığım gibi, ‘Siz kendinizi öteki muhalif kesimlerden ne kadar değişik veya uzakta tanımlarsanız tanımlayın, asla unutmayın ki Faşizm denen renk körü canavarın gözünde hepiniz aynı yerdesiniz; yok birbirinizden farkınız. Hepiniz düşmansınız. Tek fark, size biçilen kurban etme, yok etme zamanlamasında.’
Yavuz Baydar’ın blog yazılarına aşağıdaki siteden ulaşabilirsiniz.
prizma.wordpress.com