[Haber-Analiz: Kemal Ay]
Eğer bu şekilde giderse, Nisan ayındaki başkanlık referandumundan ‘evet’ çıkacak. Böylece Recep Tayyip Erdoğan’ın hayali gerçekleşecek ve bir dönem Nazi Almanyası’nın da sloganı olan ‘Tek Millet, Tek Devlet, Tek Lider’ (Ein Volk, Ein Reich, Ein Führer) anlayışı resmi olarak Anayasa’ya girecek.
‘Bu şekilde giderse’ ne demek, önce ona bakalım isterseniz.
Erdoğan’ın siyaset tarzı
Erdoğan’ın siyaset tarzını üç aşağı beş yukarı hepimiz biliyoruz. Kendi gündemini halkın gündemi yapmakta mahir. Çok basit bir oyun planı aslında bu: Önce tartışılacak bir konu ortaya atıyor, ardından sokağın (tabanının ve muhalefetin) buna nasıl tepki verdiğine bakıyor, nihayet bu tepkiye göre bir hamle gerçekleştiriyor. Gerekirse bazı konuları haftalarca, aylarca işliyor. Tabanını ikna etmek için gayret gösteriyor.
Tabi bunları tek başına yapmıyor. Medyadaki paralı askerleri, Erdoğan’ın gündemini, sık yaptığı konuşmalarındaki ‘şifreleri’ ve bunların neden çok doğru şeyler olduğunu halka anlatmakla görevli. Anketçiler, daha ince işçilikle ilçe ilçe nabız tutuyor. Vatandaşın tepkisi de basit: “Bu kadar adam aynı şeyi söylüyorsa, demek ki rüzgâr bu yönde esiyor.”
Bazen tesadüfler de karışıyor
Krizlerin baş gösterdiği Gezi Parkı protestolarından bu yana, Erdoğan hep bu şekilde oynadı ve hep kazandı. ‘Halkı ikna etme süreci’ konusunda kendisini hep geliştirdi. 7 Haziran 2015’teki seçimlere ‘Başkanlık’ propagandasını bizzat yaparak girdi ve AKP’nin tek başına iktidarı kaybetmesine sebep oldu ama hiç istifini bozmadı. 1 Kasım’a girerken konumuz ‘terör’dü. ‘Güçlü iktidar’ lazım oldu bir anda ve gerçekten de sandıktan ‘güçlü iktidar’ çıktı. Tesadüf işte.
Ancak 1 Kasım, Erdoğan’ın ‘Başkanlık’ fikrini ertelemesine de sebep oldu. Bu uğurda, gönülsüz duran Ahmet Davutoğlu’nu harcaması gerekti ama nihayet Binali Yıldırım’la ‘Başkanlık’ medyada yeniden dillendirilmeye başladı. 15 Temmuz uğursuz darbe girişimi için en doğru yorumu Başbakan Binali Yıldırım yapmıştı. “Başkanlığın kapısı 15 Temmuz’da açıldı” dedi. Bu da tesadüf işte.
Muhalefet sorunsalı
Peki, bütün bunlar olurken muhalefet ne yaptı?
Öncelikle muhalefetin temel bir problemi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ana muhalefet partisi CHP, Türkiye’de belirli bölgelere sıkışmış durumda. Büyükşehirlerden ve orta ölçekli şehirlerde, o da sadece şehir içlerinden ciddi oy alabiliyor. Doğu ve Güneydoğu’da, İç Anadolu’nun genelinde esamesi okunmuyor. MHP, bir İç Anadolu partisi, Doğu’da ve sahil bölgelerinde kısmen temsil ediliyor. Güneydoğu’da hiç yok. HDP, ise Türkiyelileşme misyonunu deklare etmesine rağmen hâlen mesajını Türkiye geneline yayabilmiş değil.
Bugün Türkiye’nin tamamına hitap edebilen, mesaj verebilen, bu mesajların karşılığında toplumun tepkisini ölçebilen ve bunun üzerine politika üretebilen tek siyasal parti, AKP. Bu, hem AKP’nin seçimleri kazanmada en büyük avantajı, hem de parti-devlet bütünleşmesinin en büyük teminatı. 81 ilin tamamında aktif, devlet kurumlarıyla ‘sıkı-fıkı’ bir il teşkilatı bulunan başka bir parti yok Türkiye’de. Haliyle sistem kendiliğinden ‘Tek Parti, Tek Devlet’ durumuna zorluyor toplumu. Alternatifsizlik, toplumsal krizlerde tek bir seçeneğe mahkûm ediyor.
Sivil toplum hareketi gibi çalışmalı
Böyle bir sistemde muhalefetin klasik bir siyasal parti gibi değil, pro-aktif bir sivil toplum hareketi gibi çalışması gerekir. Ancak CHP ve MHP, hantal yapıları ve parti içi dengeleri sebebiyle “AKP’den bunalan, kaçan bize gelsin” şiarıyla siyaset yapıyor uzun zamandır. “AKP kötü” demekten öteye geçmiyor. AKP’lilere “Yargılanacaksınız!” demekten başka lafı yok. “Daha iyi bir Türkiye” projeksiyonu zayıf.
Sivil kamusal alanlarda en aktif parti olan HDP’nin de önünü, 7 Haziran’dan sonra hem AKP’nin hem de PKK yöneticilerinin PKK’nın bir terör örgütü olduğunu hatırlamaları kesti.
Televizyonlar iktidara bağlı
Kamuoyu araştırmalarına göre Türkiye’de ‘etkin siyaset’in şifresi, televizyonlarda ‘görünür’ olmak. Türk halkı, hâlen gündemi büyük oranda TV’den takip ediyor ve orada duyduklarıyla sandığa gidiyor. Son 3 senedir ana akım TV haberciliği, Erdoğan’ın isteklerine göre şekilleniyor. En ücra köylerde bile seyredilebilen ve 80 milyonun vergileriyle işletilen TRT, A’dan Z’ye AKP ve Erdoğan propagandası yapıyor. Haliyle muhalefet alternatif medyaya sığınmış durumda ki bunun içerisinde TV yok. Sosyal medya ve internet yayıncılığı dışında muhalif görüşlere hayat hakkı tanınmıyor. TV’ye çıkmasına müsaade edilen isimler, hamasi söylemlerle AKP’nin ekmeğine yağ sürmekten öteye geçmiyor.
Şimdiki referandumda da aynı şeyler geçerli. Erdoğan, Devlet Bahçeli’nin desteğiyle yüzde 50’yi aşmayı deneyecek ve bunun için yine elindeki bütün imkânları alabildiğine pervasız bir biçimde kullanacak. Dahası, anketlerde ‘ışık’ görmeden pragmatist Erdoğan’ın böyle bir yola girmeyeceği aşikâr.
‘Hayır’ nasıl çıkacak?
Referandumda ‘Hayır’ çıkma olasılığı yok mu yani? Aslında var.
Muhalefetin her şeyden önce, problemlerin sebebini doğru teşhis eden sağlıklı bir mesaja ihtiyacı var. Bu ülkenin temel probleminin Erdoğan olduğu (başka türlü problemleri de var ama bu referandumun konusu Erdoğan) ve eğer ‘başkanlık’ yetkisi de verilirse, Türkiye’nin değil meselelerinden sıyrılmak çok daha kötü günlere doğru koşar adım gideceği anlatılmalı. Ancak bunu, köy köy, mahalle mahalle, sokak sokak gezerek, insanları birazcık rahatsız ederek, vatandaşın günlük hayatının gündemine sokmalı.
Sosyal medyaya güvenmemeli. Zira sosyal medyada zaten ‘Hayır’cılar çoğunlukta. Bugüne kadar ulaşamadığı yerlere gitmeli. Parti teşkilatlarını aşmalı. Gençleri sokakta mobilize etmeli. Bunun çok önemli bir ‘fırsat’ olduğunun altı çizilmeli.
Sessiz ama derinden
Erdoğan, kendi tabanıyla muhalefet tabanını karşı karşıya getirmek ve aradaki gerilimi tırmandırmak için çok uğraştı, hâlâ da uğraşıyor. Birbirinden nefret eden iki kampın oluşması, yüzde 50’ye yakın oy oranını korumak için en ‘makul’ çözüm. Bu sebeple medyada çok bağırmanın, hamasetle konuşmanın, ‘karşı tarafa’ taş atıp durmanın değiştirebileceği bir durum yok. Muhalefet ‘hayır’ kampanyasını OHAL’de yürüttüğünü unutmadan, sessiz ama herkese ulaşan bir metot benimsemeli.
İktidarın dilini terk edin
1 Kasım seçimlerinin kaybedildiği gün, Ankara Garı’ndaki terör saldırısından sonra muhalefet partilerinin mitinglerini iptal ettikleri gündü. Evet, belki tehlike vardı. Ancak mitingleri iptal ederek Erdoğan’ın tasarladığı ‘kaos’ söylemini güçlendirmekten öteye geçemediler. Bu referandumda da muhtemelen aynı şeyler yaşanacak. Durmadan 15 Temmuz vurgusu yapılacak. Muhalefet 15 Temmuz’la ilgili görüşünü netleştirmeli. Açık konuşayım: Hâlâ ‘Cemaat yaptı’ diyorsanız, hiç durmayın Erdoğan’ın arkasında yerinizi alın. Çünkü onun tek yaptığı ülkeyi ‘Cemaat tehlikesinden’ kurtarmak. Beraber çalışın. Ama eğer “15 Temmuz ve sonrası, hatta Gezi’den bu yana yapılan her şey, Erdoğan’ın emellerine ulaşmak için uygulanan bir tezgâh” diyecekseniz, net olun.
Çatlağı doğru anlayın
AKP içinde bir ‘çatlak’ var. Bu türlü çatlaklar hep vardı ama bugüne kadar ‘beka meselesi’ adı altında kapatıldı. Bu kez daha derin. AKP’nin ‘görüntüde demokrat’ yandaşları ufaktan demir almaya başladı. İslamcı çevrelerde gelecek endişesi belirdi. Muhalefet, bu çatlağı ürküterek değil kucaklayarak, ‘Erdoğan yorgunluğunu’ doğru kanalize ederek, yarının Türkiye’sinde AKP’lilerin de ‘daha huzurlu’ yaşayacağını vaat ederek kazanabilir (Bu sadece vaatte kalmamalı ayrıca, eğer yeni bir Türkiye kurulacaksa, herkesin eşit, huzurlu ve adil biçimde yaşaması sağlanmalı). Aksi takdirde, “Tamam Reis’ten bunaldık ama bunlar bize yaşayacak alan bırakmaz” duygusu yine hâkim olur.
AKP’nin gücünü doğru okuyun
Muhalefet her şeyden evvel neyle mücadele ettiğini, nasıl bir organizasyonla karşı karşıya olduğunun farkına varmalı.
Erdoğan, Gezi’den bu yana taraftarlarına ‘ya hep ya hiç’ taktiği uyguluyor. “Yedirmeyiz!” duygusunu uyarıyor sürekli. ‘Yedirdikleri’ zaman neler olabileceğine dair korku pompalıyor. Bunu, parti teşkilatlarına ek olarak cemaatler, tarikatlar eliyle sohbet halkalarında, cami cemaati vasıtasıyla en küçük köyde bile söze dökmenin yolunu buluyor. 15 Temmuz’dan sonra haftalarca meydanlarda toplanan AKP’lilerin nasıl organize edildiklerini bir düşünün…
‘Düzenli ordu’ savaşı bitti. Artık ‘gerilla taktikleri’ işe yarayabilir ancak. Sandığa kadar, sabah akşam hiç durmadan planlar projeler üretip bu enerjiyi sokağa aktarıp insanların gündemine ‘Hayır’ı sokamayacaksanız, hiç boşa uğraşmayın. Nisan’a kadar, dur demeden çalışma azminiz yoksa, bu ülkenin bu hâlde olmasından memnunsanız, size dokunan bir tehlike görünmüyorsa, boşverin. Zira muhataplarınız her seferinde ‘Ya hep ya hiç’ mottosuyla bileniyor.
Oy sayımını garantiye almanın yolunu bulun
Son olarak sandıklara sahip çıkmanın şimdiden yolunu bulun. AKP müşahitlerini mi kafalarsınız, gençleri mobilize mi edersiniz, bilmiyorum. Ama sandıklara sahip çıkmazsanız, Anadolu Ajansı referandumu yüzde 80’den başlatmaya hazır.
“Erdoğan’ı yedirmeyiz!” diyenlere karşı, “Sivil toplumu yedirmeyiz!” kararlılığında birleşmedikçe, tünelin ucunda ışık görünmeyecek. Ama samimi olmak gerekiyor. Sadece kendi mahallelerimize değil, herkese karşı âdil, eşitlikçi ve açık olmak gerekiyor…
‘Bu şekilde giderse’ ne demek, önce ona bakalım isterseniz.
Erdoğan’ın siyaset tarzı
Erdoğan’ın siyaset tarzını üç aşağı beş yukarı hepimiz biliyoruz. Kendi gündemini halkın gündemi yapmakta mahir. Çok basit bir oyun planı aslında bu: Önce tartışılacak bir konu ortaya atıyor, ardından sokağın (tabanının ve muhalefetin) buna nasıl tepki verdiğine bakıyor, nihayet bu tepkiye göre bir hamle gerçekleştiriyor. Gerekirse bazı konuları haftalarca, aylarca işliyor. Tabanını ikna etmek için gayret gösteriyor.
Tabi bunları tek başına yapmıyor. Medyadaki paralı askerleri, Erdoğan’ın gündemini, sık yaptığı konuşmalarındaki ‘şifreleri’ ve bunların neden çok doğru şeyler olduğunu halka anlatmakla görevli. Anketçiler, daha ince işçilikle ilçe ilçe nabız tutuyor. Vatandaşın tepkisi de basit: “Bu kadar adam aynı şeyi söylüyorsa, demek ki rüzgâr bu yönde esiyor.”
Bazen tesadüfler de karışıyor
Krizlerin baş gösterdiği Gezi Parkı protestolarından bu yana, Erdoğan hep bu şekilde oynadı ve hep kazandı. ‘Halkı ikna etme süreci’ konusunda kendisini hep geliştirdi. 7 Haziran 2015’teki seçimlere ‘Başkanlık’ propagandasını bizzat yaparak girdi ve AKP’nin tek başına iktidarı kaybetmesine sebep oldu ama hiç istifini bozmadı. 1 Kasım’a girerken konumuz ‘terör’dü. ‘Güçlü iktidar’ lazım oldu bir anda ve gerçekten de sandıktan ‘güçlü iktidar’ çıktı. Tesadüf işte.
Ancak 1 Kasım, Erdoğan’ın ‘Başkanlık’ fikrini ertelemesine de sebep oldu. Bu uğurda, gönülsüz duran Ahmet Davutoğlu’nu harcaması gerekti ama nihayet Binali Yıldırım’la ‘Başkanlık’ medyada yeniden dillendirilmeye başladı. 15 Temmuz uğursuz darbe girişimi için en doğru yorumu Başbakan Binali Yıldırım yapmıştı. “Başkanlığın kapısı 15 Temmuz’da açıldı” dedi. Bu da tesadüf işte.
Muhalefet sorunsalı
Peki, bütün bunlar olurken muhalefet ne yaptı?
Öncelikle muhalefetin temel bir problemi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ana muhalefet partisi CHP, Türkiye’de belirli bölgelere sıkışmış durumda. Büyükşehirlerden ve orta ölçekli şehirlerde, o da sadece şehir içlerinden ciddi oy alabiliyor. Doğu ve Güneydoğu’da, İç Anadolu’nun genelinde esamesi okunmuyor. MHP, bir İç Anadolu partisi, Doğu’da ve sahil bölgelerinde kısmen temsil ediliyor. Güneydoğu’da hiç yok. HDP, ise Türkiyelileşme misyonunu deklare etmesine rağmen hâlen mesajını Türkiye geneline yayabilmiş değil.
Bugün Türkiye’nin tamamına hitap edebilen, mesaj verebilen, bu mesajların karşılığında toplumun tepkisini ölçebilen ve bunun üzerine politika üretebilen tek siyasal parti, AKP. Bu, hem AKP’nin seçimleri kazanmada en büyük avantajı, hem de parti-devlet bütünleşmesinin en büyük teminatı. 81 ilin tamamında aktif, devlet kurumlarıyla ‘sıkı-fıkı’ bir il teşkilatı bulunan başka bir parti yok Türkiye’de. Haliyle sistem kendiliğinden ‘Tek Parti, Tek Devlet’ durumuna zorluyor toplumu. Alternatifsizlik, toplumsal krizlerde tek bir seçeneğe mahkûm ediyor.
Sivil toplum hareketi gibi çalışmalı
Böyle bir sistemde muhalefetin klasik bir siyasal parti gibi değil, pro-aktif bir sivil toplum hareketi gibi çalışması gerekir. Ancak CHP ve MHP, hantal yapıları ve parti içi dengeleri sebebiyle “AKP’den bunalan, kaçan bize gelsin” şiarıyla siyaset yapıyor uzun zamandır. “AKP kötü” demekten öteye geçmiyor. AKP’lilere “Yargılanacaksınız!” demekten başka lafı yok. “Daha iyi bir Türkiye” projeksiyonu zayıf.
Sivil kamusal alanlarda en aktif parti olan HDP’nin de önünü, 7 Haziran’dan sonra hem AKP’nin hem de PKK yöneticilerinin PKK’nın bir terör örgütü olduğunu hatırlamaları kesti.
Televizyonlar iktidara bağlı
Kamuoyu araştırmalarına göre Türkiye’de ‘etkin siyaset’in şifresi, televizyonlarda ‘görünür’ olmak. Türk halkı, hâlen gündemi büyük oranda TV’den takip ediyor ve orada duyduklarıyla sandığa gidiyor. Son 3 senedir ana akım TV haberciliği, Erdoğan’ın isteklerine göre şekilleniyor. En ücra köylerde bile seyredilebilen ve 80 milyonun vergileriyle işletilen TRT, A’dan Z’ye AKP ve Erdoğan propagandası yapıyor. Haliyle muhalefet alternatif medyaya sığınmış durumda ki bunun içerisinde TV yok. Sosyal medya ve internet yayıncılığı dışında muhalif görüşlere hayat hakkı tanınmıyor. TV’ye çıkmasına müsaade edilen isimler, hamasi söylemlerle AKP’nin ekmeğine yağ sürmekten öteye geçmiyor.
Şimdiki referandumda da aynı şeyler geçerli. Erdoğan, Devlet Bahçeli’nin desteğiyle yüzde 50’yi aşmayı deneyecek ve bunun için yine elindeki bütün imkânları alabildiğine pervasız bir biçimde kullanacak. Dahası, anketlerde ‘ışık’ görmeden pragmatist Erdoğan’ın böyle bir yola girmeyeceği aşikâr.
‘Hayır’ nasıl çıkacak?
Referandumda ‘Hayır’ çıkma olasılığı yok mu yani? Aslında var.
Muhalefetin her şeyden önce, problemlerin sebebini doğru teşhis eden sağlıklı bir mesaja ihtiyacı var. Bu ülkenin temel probleminin Erdoğan olduğu (başka türlü problemleri de var ama bu referandumun konusu Erdoğan) ve eğer ‘başkanlık’ yetkisi de verilirse, Türkiye’nin değil meselelerinden sıyrılmak çok daha kötü günlere doğru koşar adım gideceği anlatılmalı. Ancak bunu, köy köy, mahalle mahalle, sokak sokak gezerek, insanları birazcık rahatsız ederek, vatandaşın günlük hayatının gündemine sokmalı.
Sosyal medyaya güvenmemeli. Zira sosyal medyada zaten ‘Hayır’cılar çoğunlukta. Bugüne kadar ulaşamadığı yerlere gitmeli. Parti teşkilatlarını aşmalı. Gençleri sokakta mobilize etmeli. Bunun çok önemli bir ‘fırsat’ olduğunun altı çizilmeli.
Sessiz ama derinden
Erdoğan, kendi tabanıyla muhalefet tabanını karşı karşıya getirmek ve aradaki gerilimi tırmandırmak için çok uğraştı, hâlâ da uğraşıyor. Birbirinden nefret eden iki kampın oluşması, yüzde 50’ye yakın oy oranını korumak için en ‘makul’ çözüm. Bu sebeple medyada çok bağırmanın, hamasetle konuşmanın, ‘karşı tarafa’ taş atıp durmanın değiştirebileceği bir durum yok. Muhalefet ‘hayır’ kampanyasını OHAL’de yürüttüğünü unutmadan, sessiz ama herkese ulaşan bir metot benimsemeli.
İktidarın dilini terk edin
1 Kasım seçimlerinin kaybedildiği gün, Ankara Garı’ndaki terör saldırısından sonra muhalefet partilerinin mitinglerini iptal ettikleri gündü. Evet, belki tehlike vardı. Ancak mitingleri iptal ederek Erdoğan’ın tasarladığı ‘kaos’ söylemini güçlendirmekten öteye geçemediler. Bu referandumda da muhtemelen aynı şeyler yaşanacak. Durmadan 15 Temmuz vurgusu yapılacak. Muhalefet 15 Temmuz’la ilgili görüşünü netleştirmeli. Açık konuşayım: Hâlâ ‘Cemaat yaptı’ diyorsanız, hiç durmayın Erdoğan’ın arkasında yerinizi alın. Çünkü onun tek yaptığı ülkeyi ‘Cemaat tehlikesinden’ kurtarmak. Beraber çalışın. Ama eğer “15 Temmuz ve sonrası, hatta Gezi’den bu yana yapılan her şey, Erdoğan’ın emellerine ulaşmak için uygulanan bir tezgâh” diyecekseniz, net olun.
Çatlağı doğru anlayın
AKP içinde bir ‘çatlak’ var. Bu türlü çatlaklar hep vardı ama bugüne kadar ‘beka meselesi’ adı altında kapatıldı. Bu kez daha derin. AKP’nin ‘görüntüde demokrat’ yandaşları ufaktan demir almaya başladı. İslamcı çevrelerde gelecek endişesi belirdi. Muhalefet, bu çatlağı ürküterek değil kucaklayarak, ‘Erdoğan yorgunluğunu’ doğru kanalize ederek, yarının Türkiye’sinde AKP’lilerin de ‘daha huzurlu’ yaşayacağını vaat ederek kazanabilir (Bu sadece vaatte kalmamalı ayrıca, eğer yeni bir Türkiye kurulacaksa, herkesin eşit, huzurlu ve adil biçimde yaşaması sağlanmalı). Aksi takdirde, “Tamam Reis’ten bunaldık ama bunlar bize yaşayacak alan bırakmaz” duygusu yine hâkim olur.
AKP’nin gücünü doğru okuyun
Muhalefet her şeyden evvel neyle mücadele ettiğini, nasıl bir organizasyonla karşı karşıya olduğunun farkına varmalı.
Erdoğan, Gezi’den bu yana taraftarlarına ‘ya hep ya hiç’ taktiği uyguluyor. “Yedirmeyiz!” duygusunu uyarıyor sürekli. ‘Yedirdikleri’ zaman neler olabileceğine dair korku pompalıyor. Bunu, parti teşkilatlarına ek olarak cemaatler, tarikatlar eliyle sohbet halkalarında, cami cemaati vasıtasıyla en küçük köyde bile söze dökmenin yolunu buluyor. 15 Temmuz’dan sonra haftalarca meydanlarda toplanan AKP’lilerin nasıl organize edildiklerini bir düşünün…
‘Düzenli ordu’ savaşı bitti. Artık ‘gerilla taktikleri’ işe yarayabilir ancak. Sandığa kadar, sabah akşam hiç durmadan planlar projeler üretip bu enerjiyi sokağa aktarıp insanların gündemine ‘Hayır’ı sokamayacaksanız, hiç boşa uğraşmayın. Nisan’a kadar, dur demeden çalışma azminiz yoksa, bu ülkenin bu hâlde olmasından memnunsanız, size dokunan bir tehlike görünmüyorsa, boşverin. Zira muhataplarınız her seferinde ‘Ya hep ya hiç’ mottosuyla bileniyor.
Oy sayımını garantiye almanın yolunu bulun
Son olarak sandıklara sahip çıkmanın şimdiden yolunu bulun. AKP müşahitlerini mi kafalarsınız, gençleri mobilize mi edersiniz, bilmiyorum. Ama sandıklara sahip çıkmazsanız, Anadolu Ajansı referandumu yüzde 80’den başlatmaya hazır.
“Erdoğan’ı yedirmeyiz!” diyenlere karşı, “Sivil toplumu yedirmeyiz!” kararlılığında birleşmedikçe, tünelin ucunda ışık görünmeyecek. Ama samimi olmak gerekiyor. Sadece kendi mahallelerimize değil, herkese karşı âdil, eşitlikçi ve açık olmak gerekiyor…