[Kemal Ay]
Osmanlı’da kuvvetler ayrılığı şöyleydi: Padişah, Ulema, Yeniçeriler. Cemil Meriç, Osmanlı’yı bu yapı üzerinden bir çeşit ‘hakikat rejimi’ olarak tanımladıktan sonra, hakikati koruyan yegâne unsurun, Ulema’nın “doğrusunu” dayatma imkânı sağlayan silahlı Yeniçerilerin varlığı olduğunu vurgulamıştı. Yani ‘hakikat’ Padişah’ın ellerinde değil, Ulema’nın kanatları altındaydı. Modern siyasette buna ‘darbecilik’ diyoruz ancak Osmanlı zamanında Yeniçeri isyanları ve bu yolla padişahların alaşağı edilmesi, elbette ki Ulema’nın desteğiyle, yaygın bir uygulamaydı. Osmanlı’nın ilk ‘modern’ darbesi, Abdülaziz’e yönelikti ve Tanzimat sonrası bürokrasi, bu yolla aslında ilmeği boynuna dolayıp ipin ucunu da öngöremedikleri İkinci Abdülhamit’e verecekti.
Osmanlı’da Padişah her daim ‘tek adam’dı. Ancak tek adamlığından, otoriterliğinden en çok şikâyet edilen kişi İkinci Abdülhamit oldu. Zira Abdülhamit Han, devlet otoritesi açısından Kanuni Sultan Süleyman’dan çok ama çok daha güçlüydü. Elinde, tebaasını kontrol etmeye yönelik çok daha fazla ‘araç’ vardı. Araçlar çeşitlendikçe, baskının seviyesi de rahatlıkla arttırılabiliyordu. Napolyon da ‘tek adam’dı, Adolf Hitler de. Ancak Hitler’in totaliter rejimi, yani toplumdaki her bir ferdi tek tek ilgilendirecek şekildeki kontrolü ve iktidarı, Napolyon döneminde akıldan bile geçirilemezdi.
Hitler’e bu imkânları sunan, iyi planlanmış, hayatın bütün kılcallarına kadar inebilmiş bir bürokrasinin varlığıydı. Partiyle bürokrasiyi bütünleştirip, en küçük nahiyeye kadar devlet propagandasını ulaştırabildiğinde, hayatın tek hâkimi olmuştu. Totaliter rejimler, böyleydi. Osmanlı’da çoğu dönemde, bu türlü bir hâkimiyet mümkün olamazdı. Abdülhamit’e ‘müstebit’ (baskıcı) olmayı sağlayan, Tanzimat’ın ilânının Osmanlı’ya getirdiği bürokrasi aygıtının ‘gücü’ ve kendi döneminde topluma kazandırdığı ‘yenilikler’di.
Muhalefetin zorunluluğu
Avrupa siyasetinde, daha henüz monarşi dönemlerinde, muhalefet kurumunun zorunluluğu anlaşılmıştı. Siyaset teorisi, bu muhalif düşüncelerin nasıl ‘sistemin parçası’ hâline getirilebileceği üzerinde gelişmişti. Demokrasi, ‘muhalefet mecburiyeti’nden doğdu dense, yeridir. Önce mutlak kralların mutlak hâkimiyeti iğdiş edildi. Güç, başka aktörlerce paylaşıldı. Ardından Meclis’e benzeyen yapılar geldi. İngiltere haricinde monarşiden halk Meclis’lerine güç aktarımı kansız olmadı. Fransa, 1789’daki Devrim’den 20. yüzyılın ortalarına kadar çalkantılarla sarsıldı. Almanya, Dünya Savaşları ile ‘terbiye edildi’.
Bütün bu sistemsel değişikliklerin sebebi, yöneticilerin her zaman doğru olamayacağını, toplum adına verilen kararların geniş katılımlı toplantılarla verilmesi gerektiği şeklindeki görüşlerdi. Mutlak krallar, toplumları savaştan savaşa sürüklemiş, ekonomik sıkıntılara yol açmış ve özgürlükleri hayli kısıtlamıştı. Haliyle, krala muhalif kimseler de bu sistemin bir parçası olmalıydı ve toplum onların da sesini duyarak, kendi geleceğini belirlemeliydi. Diğer türlü müstebit kralların akıbeti kötü oluyordu ve bu da bir çeşit istikrarsızlığa götürüyordu. Bu tarihsel çerçeve içinde demokrasinin tanımı, gücü barışçıl yollarla başka aktörlere aktarabilmekti.
Ortadoğu’da seçimle gelip seçimle giden çok az sayıda lider olduğunu hatırlarsak, aslında nerede yanlış yapıldığı da kendiliğinden ortaya çıkıyor sözgelimi.
Halk tam olarak ne istiyor?
Evet, teorik olarak, halk yönetimde ne kadar çok söz sahibiyse, devlet yapıları o kadar demokratikti. Bugünün Türkiye’sinde Erdoğan’ın sıklıkla bahsettiği ‘millet iradesi’ buraya referans. “Bakın sizin demokrasi dediğiniz bu değil miydi? İşte millete soruyoruz ve o da her defasında bize istediğimizi veriyor”. Oysa halka sorulan sorular her zaman çok spesifik olmuyor.
Ama pratikte, aslında padişahlar, krallar ve sultanlar da ‘halka dayanarak’ hükmederler. En korkunç tiranlar bile ‘halkın öfkesi’ denilen şeyden, bir çeşit ayaklanmadan, iktidarlarının altını oyacak dedikodulardan korkarlar. Bu ‘halkın öfkesi’ her zaman yığınların sarayları basıp kralları alaşağı etmesi anlamına gelmez. Padişahların seçimle belirlenmediği Osmanlı’da mesela ‘ahalinin gayrimemnunluğu’ çoğu zaman Ulema’nın da Yeniçerilerin de ‘bahanesi’ olmuş ve aslında Padişah’ı alaşağı eden, halkın da bir çeşit onayını alan ‘muhalefet’ olmuştur.
‘Halkın öfkesi’ de, ‘Milletin iradesi’ kadar kullanışlı bir kavramdır çoğu zaman. En demokratik, şeffaf seçimlerde bile ‘halkın ne dediği’ çoğu zaman doğru düzgün anlaşılamamaktadır. Bu sebeple, neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair kanaat, sadece ‘halkın tercihlerine’ indirgenemez. Bunun için biraz da, modern Batı siyasetinde zamanla ‘halkın seçtiği’ siyasetin de çeşitli denetleme mekanizmalarıyla ‘iğdiş edilmesi’ gündeme gelmiştir.
Anayasacılığın yükselişi
Bu dönem, bürokrasinin Batı’da yeniden güçlendiği dönemdir aynı zamanda. Özellikle yargı kurumları, hükümetler üzerinde ciddi bir otoriteye sahip olmuştur. ‘Anayasacılık’ denen kavram devlet yönetiminde ağırlık kazanmış, ‘vatandaşlık’ herhangi bir siyasî cereyandan etkilenmeyecek şekilde koruma altına alınmıştır. Bu sistemde ‘hükümet’ sınırları anayasa tarafından kesin biçimde çizilmiş bir alanda icraat gösterir. Modern teknolojilerin, modern merkezî bürokrasinin, Kanuni’de yokken Abdülhamit’e vermiş olduğu ‘imkânları’ heva ve hevesine göre kullanmasını engellemeye çalışır.
Sistemsel tartışmalar, çoğunlukla sistem çalışmadığında gündeme gelir. Meşhur Aydınlanma filozofu Montesquieu da, 18. yüzyılın ortalarında ‘kuvvetler ayrılığı’ fikrini savunmaya başladığında, Fransa’da aslında büyük bir devrimin ayak sesleri duyulmaktaydı. Ancak Montesquieu, sadece dönemin krizlerinden ilham almamıştı. Antik Yunan’dan bu yana siyaset üzerine fikir yürüten filozofların, gücün tek elde toplanmasının tehlikelerinden bahsettiklerini biliyordu. Roma’nın Cumhuriyet dönemlerinde Senato’yu güçlendirdiğini, İngiliz parlamenter sisteminin de bu örnek üzerinden modern bir uygulama sunduğunu aktarmıştı.
Ayrıca Montesquieu, parlamenter sistemden daha önemlisinin ‘bağımsız ve tarafsız’ bir yargı olduğunu dile getirmişti. Devletin işleyişinde ve toplumla ilişkisinde daha önceleri bürokrasinin ve ‘demokratik seçimlerin’ önceliğine vurgu yapan pek çok Batılı düşünür de, bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Montesquieu’nün bu fikrine dönüş yaptı. En önemlisi, ‘iktidarın’ denetimiydi. Çok eski zamanlarda, Doğulu bir siyaset filozofu olan Nizamülmülk bunu, “Küfr ile belki amma zulm ile payidar kalmaz memleket” sözüyle açıklamıştı.
Gelelim 2017 Türkiye’sine…
Bütün bunları neden mi anlattım?
Malum Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) şu sıralar Anayasa değişikliği, aslında bir çeşit rejim değişikliği, oylanıyor. ‘Tartışılıyor’ demek isterdim ama aslında pek tartışılmıyor. Kamuoyunda da zaten tartışılmadı. Birileri ‘gerekli’ dediği için birçok kimse bunun ‘gerekli’ olduğunu düşünüyor muhtemelen. Oylamaya katılan milletvekillerinin değişiklik maddelerini, onların tarihteki karşılıklarını ya da toplumsal etkilerini düşündüklerini ise hiç zannetmiyorum.
Anayasa değişikliği maddelerini yazanlar, kuvvetler ayrılığına son verip Cumhurbaşkanı’nın önündeki bütün denetleme mekanizmalarını yok ederek, ‘daha efektif çalışacak bir sistem’ inşa edeceğini vaat ediyor. Hatta bir AKP’li vekil, bu sayede ‘200 yıllık bürokrasi diktasının’ yok edileceğini savunmuş. ‘İki baştan birisi’ olan Başbakan bile, ‘iki başlılığın zararlı’ olduğuna ikna etmeye çalışıyor insanları.
Oysa anlamadıkları şu: Devleti ‘güç’ zemininde yeniden kurgularsanız, tehlikeleri azaltmaz bilhassa arttırırsınız. Güç, gözleri kamaştırır. “Devlet vazifesi ateşten gömlektir” demek yerine, o gömleği hırs sahibi, gözü dönmüş herkesin giymek isteyeceği bir meta hâline getirirseniz, icat edeceğiniz yeni cihaz en başta sizi ve ülkeyi yakar.
Kuvvetler ayrılığı ya da bürokrasinin güçlenmesi ‘halkın tercihlerinin’ kısıtlanmasını, vatandaşların önemli kararlara katılımının azalmasını getirir mi? Evet, getirebilir. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Ancak geniş bir perspektifle bakıldığında, toplumlar eninde sonunda bundan daha iyi bir çözüm bulamamış ve hep yine bu noktaya dönmüşler. Zira bir çeşit denge sağlanabilmiş. Öte yandan, gücü tek elde toplayan medeniyetler, kısa zamanda yıkım üstüne yıkım yaşamış. ‘Tek adamlar’ ya toplumların parçalanmasına, ya da geride enkaz bırakarak yok olmaya sebebiyet vermiş.
Yani Türkiye’nin önüne, ‘evet’ dedikten hemen sonra iki şıklı bir seçim daha gelecek: Parçalanma mı, enkaz mı?
Hitler’e bu imkânları sunan, iyi planlanmış, hayatın bütün kılcallarına kadar inebilmiş bir bürokrasinin varlığıydı. Partiyle bürokrasiyi bütünleştirip, en küçük nahiyeye kadar devlet propagandasını ulaştırabildiğinde, hayatın tek hâkimi olmuştu. Totaliter rejimler, böyleydi. Osmanlı’da çoğu dönemde, bu türlü bir hâkimiyet mümkün olamazdı. Abdülhamit’e ‘müstebit’ (baskıcı) olmayı sağlayan, Tanzimat’ın ilânının Osmanlı’ya getirdiği bürokrasi aygıtının ‘gücü’ ve kendi döneminde topluma kazandırdığı ‘yenilikler’di.
Muhalefetin zorunluluğu
Avrupa siyasetinde, daha henüz monarşi dönemlerinde, muhalefet kurumunun zorunluluğu anlaşılmıştı. Siyaset teorisi, bu muhalif düşüncelerin nasıl ‘sistemin parçası’ hâline getirilebileceği üzerinde gelişmişti. Demokrasi, ‘muhalefet mecburiyeti’nden doğdu dense, yeridir. Önce mutlak kralların mutlak hâkimiyeti iğdiş edildi. Güç, başka aktörlerce paylaşıldı. Ardından Meclis’e benzeyen yapılar geldi. İngiltere haricinde monarşiden halk Meclis’lerine güç aktarımı kansız olmadı. Fransa, 1789’daki Devrim’den 20. yüzyılın ortalarına kadar çalkantılarla sarsıldı. Almanya, Dünya Savaşları ile ‘terbiye edildi’.
Bütün bu sistemsel değişikliklerin sebebi, yöneticilerin her zaman doğru olamayacağını, toplum adına verilen kararların geniş katılımlı toplantılarla verilmesi gerektiği şeklindeki görüşlerdi. Mutlak krallar, toplumları savaştan savaşa sürüklemiş, ekonomik sıkıntılara yol açmış ve özgürlükleri hayli kısıtlamıştı. Haliyle, krala muhalif kimseler de bu sistemin bir parçası olmalıydı ve toplum onların da sesini duyarak, kendi geleceğini belirlemeliydi. Diğer türlü müstebit kralların akıbeti kötü oluyordu ve bu da bir çeşit istikrarsızlığa götürüyordu. Bu tarihsel çerçeve içinde demokrasinin tanımı, gücü barışçıl yollarla başka aktörlere aktarabilmekti.
Ortadoğu’da seçimle gelip seçimle giden çok az sayıda lider olduğunu hatırlarsak, aslında nerede yanlış yapıldığı da kendiliğinden ortaya çıkıyor sözgelimi.
Evet, teorik olarak, halk yönetimde ne kadar çok söz sahibiyse, devlet yapıları o kadar demokratikti. Bugünün Türkiye’sinde Erdoğan’ın sıklıkla bahsettiği ‘millet iradesi’ buraya referans. “Bakın sizin demokrasi dediğiniz bu değil miydi? İşte millete soruyoruz ve o da her defasında bize istediğimizi veriyor”. Oysa halka sorulan sorular her zaman çok spesifik olmuyor.
‘Halkın öfkesi’ de, ‘Milletin iradesi’ kadar kullanışlı bir kavramdır çoğu zaman. En demokratik, şeffaf seçimlerde bile ‘halkın ne dediği’ çoğu zaman doğru düzgün anlaşılamamaktadır. Bu sebeple, neyin doğru neyin yanlış olduğuna dair kanaat, sadece ‘halkın tercihlerine’ indirgenemez. Bunun için biraz da, modern Batı siyasetinde zamanla ‘halkın seçtiği’ siyasetin de çeşitli denetleme mekanizmalarıyla ‘iğdiş edilmesi’ gündeme gelmiştir.
Anayasacılığın yükselişi
Bu dönem, bürokrasinin Batı’da yeniden güçlendiği dönemdir aynı zamanda. Özellikle yargı kurumları, hükümetler üzerinde ciddi bir otoriteye sahip olmuştur. ‘Anayasacılık’ denen kavram devlet yönetiminde ağırlık kazanmış, ‘vatandaşlık’ herhangi bir siyasî cereyandan etkilenmeyecek şekilde koruma altına alınmıştır. Bu sistemde ‘hükümet’ sınırları anayasa tarafından kesin biçimde çizilmiş bir alanda icraat gösterir. Modern teknolojilerin, modern merkezî bürokrasinin, Kanuni’de yokken Abdülhamit’e vermiş olduğu ‘imkânları’ heva ve hevesine göre kullanmasını engellemeye çalışır.
Ayrıca Montesquieu, parlamenter sistemden daha önemlisinin ‘bağımsız ve tarafsız’ bir yargı olduğunu dile getirmişti. Devletin işleyişinde ve toplumla ilişkisinde daha önceleri bürokrasinin ve ‘demokratik seçimlerin’ önceliğine vurgu yapan pek çok Batılı düşünür de, bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, Montesquieu’nün bu fikrine dönüş yaptı. En önemlisi, ‘iktidarın’ denetimiydi. Çok eski zamanlarda, Doğulu bir siyaset filozofu olan Nizamülmülk bunu, “Küfr ile belki amma zulm ile payidar kalmaz memleket” sözüyle açıklamıştı.
Gelelim 2017 Türkiye’sine…
Bütün bunları neden mi anlattım?
Malum Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde (TBMM) şu sıralar Anayasa değişikliği, aslında bir çeşit rejim değişikliği, oylanıyor. ‘Tartışılıyor’ demek isterdim ama aslında pek tartışılmıyor. Kamuoyunda da zaten tartışılmadı. Birileri ‘gerekli’ dediği için birçok kimse bunun ‘gerekli’ olduğunu düşünüyor muhtemelen. Oylamaya katılan milletvekillerinin değişiklik maddelerini, onların tarihteki karşılıklarını ya da toplumsal etkilerini düşündüklerini ise hiç zannetmiyorum.
Anayasa değişikliği maddelerini yazanlar, kuvvetler ayrılığına son verip Cumhurbaşkanı’nın önündeki bütün denetleme mekanizmalarını yok ederek, ‘daha efektif çalışacak bir sistem’ inşa edeceğini vaat ediyor. Hatta bir AKP’li vekil, bu sayede ‘200 yıllık bürokrasi diktasının’ yok edileceğini savunmuş. ‘İki baştan birisi’ olan Başbakan bile, ‘iki başlılığın zararlı’ olduğuna ikna etmeye çalışıyor insanları.
Oysa anlamadıkları şu: Devleti ‘güç’ zemininde yeniden kurgularsanız, tehlikeleri azaltmaz bilhassa arttırırsınız. Güç, gözleri kamaştırır. “Devlet vazifesi ateşten gömlektir” demek yerine, o gömleği hırs sahibi, gözü dönmüş herkesin giymek isteyeceği bir meta hâline getirirseniz, icat edeceğiniz yeni cihaz en başta sizi ve ülkeyi yakar.
Kuvvetler ayrılığı ya da bürokrasinin güçlenmesi ‘halkın tercihlerinin’ kısıtlanmasını, vatandaşların önemli kararlara katılımının azalmasını getirir mi? Evet, getirebilir. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Ancak geniş bir perspektifle bakıldığında, toplumlar eninde sonunda bundan daha iyi bir çözüm bulamamış ve hep yine bu noktaya dönmüşler. Zira bir çeşit denge sağlanabilmiş. Öte yandan, gücü tek elde toplayan medeniyetler, kısa zamanda yıkım üstüne yıkım yaşamış. ‘Tek adamlar’ ya toplumların parçalanmasına, ya da geride enkaz bırakarak yok olmaya sebebiyet vermiş.
Yani Türkiye’nin önüne, ‘evet’ dedikten hemen sonra iki şıklı bir seçim daha gelecek: Parçalanma mı, enkaz mı?