Romanya Haber

Türkler Komplo Teorilerine Neden Çok Meraklı?

[Kemal Ay]

Gazetecilik mesleğine başladığım ilk yıllarda, dostlarım ve akrabalarım gündemdeki bütün konuların arka planını bildiğime inanırdı. Ne zaman bir akraba ziyaretine gitsem, ne zaman eski arkadaşlarımla bir araya gelsem, “Sen bilirsin” ile başlayan sorulara muhatap olurdum. Çünkü TV’de gördükleri, gazete köşelerinde ünlenen ‘gazeteci tipi’ böyle bir şeydi. Her şeyi bilir, her konunun perde arkasına vakıftır ve size her meselenin ‘en doğru’ şeklini aktarır.
Bunun böyle olmadığı açık. Birçok gazeteci, birçok şeyi bilmiyor. Bilmek zorunda da değil. Gazeteci, bir olayın peşinde koştururken, elinden geldiğince bakılması gereken yerlere bakar, sorular sorar ve cevaplarını arar. Üstelik ulaştığı sonuçlar her zaman doğru da değildir. ‘Gazeteci’ işimize yarasın diye ürettiğimiz bir tip. Sade vatandaşlar olarak iktidarları her gün, her saat denetleyemediğimiz, etrafımızda, dünyamızda olup bitenleri araştırıp haberdar olamadığımız için para verdiğimiz, karşılığında haber, yorum satın aldığımız bir ‘meslek’ emekçisi.
MESLEKÎ İKTİDARLAR DA YOZLAŞTIRIR
Türkiye’de ama bu gazetecilik mesleği, ‘iktidar’ fikriyle içli dışlı oldu hep. Gazetecinin, köşe yazarının bir sonraki basamağı milletvekilliği olarak belirdi. Tabi bu ‘iktidar’ sadece hükümet anlamında değil. Meclis’in (muhalefet de olsa) rahat koltuklarına oturan çok sayıda gazeteci var günümüz Türkiye’sinde. Haliyle gazetecilikle ‘siyaset yapmak’ arasında olması gereken ‘perde’ hep incecik bir zara dönüştü. Siyaset, gazeteciliğe ‘ideolojik körlük’ ve ‘popülist söylemler’ hediye etti. Taraf olma zorunluluğu doğurdu.
1990’larda medyanın özelleşmeye başlaması, TV’nin ortaya çıkması ve gazeteciliğin kitlelere ulaşma adına popülerleşmesi, bir çeşit ‘gazeteci kültü’ oluşturdu. Bunda herhalde en çok TV tartışma programları etkili oldu. Normal şartlarda, Batılı medya yayınlarında, bir olayla ilgili TV’de konuşacaklar bellidir: Evvela o olaydan birinci derecede etkilenen kimseler çıkarılır ekrana. Ardından tanıklar, uzmanlar, bilirkişiler tartışır. Sonrasında belki konuyu daha iyi araştıran, konuyla ilgili malumatı TV’deki habercilerden fazla olan bir gazeteci varsa, o konuk edilir. Mahkemedeki duruşmalar gibi.
Amacınız ‘gerçeği aramak’sa, böyle davranırsınız. Ancak amacınız ‘reyting’ ise yöntemleriniz değişir.
Siyasetle fazla içli-dışlı gazeteciliğin getirdiği bir körlük zaten vardı. Ancak bunun üzerine ‘her şeyden anlayan gazeteciler’ eklenince, karşımıza acayip bir tür çıktı. TV programlarında saatlerce Türkiye’nin her meselesini, büyük bir cüretle tartışıp duran bu isimler, zamanla Türkiye’deki vasatın ‘entelektüel gündemini’ de belirledi.
BİLGİ ARTTIKÇA KAFALAR KARIŞIYOR
Bu gündemde, maalesef bilgi yoktu. Salt retorik vardı. Yani gazeteciler, en temel vasıflarını yerine getiremiyorlardı zira bunun ‘reyting’ olarak bir karşılığı yoktu. Bilgi arttıkça, kafalar karışıyordu ve insanımız meselenin hemen ‘özünü’ kapmak istiyordu. Bir gazete sütununda ‘ilim’ avına çıkmak, su birikintisinde balık avlamaya benzese de, neticede ‘vatandaşın istediği’ buydu. Herkesin acele bir şekilde saflarını belli etmesi lazımdı ve ‘gazeteci’ bu acele kararlara ‘odun taşımakla’ görevliydi.
Zaman içerisinde daha şümullü, ‘etrafını câmi ağyarını mani’ konuşmaları beklenen akademisyenler de medya diline râm oldu. Düşünce kuruluşlarında çalışan ‘uzmanlar’ da gazeteciler gibi yazıp çizmeye koyuldular. Belli bir ‘erişime’ sahip olabilmenin yolu, yüzeysel metinler kurmakla oluyordu. Sebep sonuç ilişkilerinin giriftliğini kafaya takmadan, “Eğer şöyleyse, o zaman böyledir” gibi basit bir formüle indirgeyip cephanenizi tüketmeniz yeterliydi.
Bu, hemen her zaman böyle oldu. Gazeteciler, tıpkı siyasetçiler gibi mesajlarını topluma ‘indirgeyerek’ verme yolunu seçti. Tabi bu indirgeme, bir çeşit karikatürleşmeyi de beraberinde getirdi. Kısa kısa metinlerin içinde, koca koca meseleleri tartışmaya açmak, uzun vadede aslında akla hakaretti. Yani şimdilerde TV’lerde görülen ve Twitter takip etmekten başka ‘araştırmacılığı’ olmayan gazetecilere bakıp da insanlar “Bu ne be?” demiyorsa, bunun bir sebebi geçmişte de ‘belirli bir kalitenin’ tutturulamamış olmasıydı. Cerbeze ve mugalâta, meseleleri keskin ve kısa biçimde anlatma isteği, ‘düşünce pratiği’ dediğimiz şeyin önce medya vasatında, ardından toplum vasatında gerilemesine yol açtı.
DENEME DEĞİL KOMPOZİSYON REVAÇTA
Evet, herkes ‘ilim’ peşinde koşacak diye bir şart yok. Evet, gazetecileri zaten bize olup bitenleri ‘kısa biçimde’ anlatsınlar diye besliyoruz. Zaten medyadan da beklenen aslında bu kadarcık olmalıdır. Ancak Türkiye gibi kamusal alanın neredeyse yegâne entelektüel iletişim platformu olan medya, yani üzerinde haddinden fazla yük bulunan medya, karikatürleştirme sebebiyle bir anda, belki de istemediği hâlde toplumdaki önemli bir dinamiği baltalıyor.
Yani aslında sorun şu: Siyaset hemen her alanı kendine endekslediği için Türkiye’de, herkes medyada görünür olarak siyaseti etkileme peşinde. Akademisyen de, düşünce kuruluşlarının uzmanları da, edebiyatçılar da… Herkes gazetelerde köşe yazarlığı yaparak, TV’de ‘yorumcu’ olarak bir ucundan tutmaya çalışıyor. Bu da, daha basit işlevleri olan medya alanını şişirdikçe şişiriyor.
Peki, medyada akademik yaklaşımlar, ‘uzman’ doygunluğu olamaz mı? Aslında olması gereken bu. Toplumların eğitim seviyesi arttıkça, ‘daha derinlikli bilgi’ talebinde bulunması gerekir. Ancak tuhaf bir biçimde, Türkiye’deki en eğitimli kesimler Yılmaz Özdil okuyor. Ahmet Hakan paylaşıyor. Bekir Coşkun’la neşesini buluyor… Hürriyet gibi bir ‘bulvar gazetesi’ referans gazete muamelesi görüyor.
Sözünü ancak gazete sütunlarında duyurabileceğini düşünen akademisyenler, giderek daha az boyutlu ‘analizler’ yapıyor. Meselelerin farklı farklı yönlerini açığa çıkarmasını beklediğimiz gazeteciler, sıcak gündeme sıkışıp kalıyor ve tek boyutlu sebep-sonuç ilişkileri kurmakla yetiniyor. Analitik sorular sorulmuyor, iktidarlar daha zor sorularla sınanamıyor, karmaşık çözümler gerektiren toplumsal sorunlara sığ sularda çözüm aranıyor.
İngilizlerin ‘essay’ dediği, sağlam argümanlara dayalı denemecilik ölürken, bizim liselerde ‘kompozisyon’ dediğimiz ve ne işe yaradığını bir türlü anlamadığım, iler tutar yanı olmayan metinler, gazete köşelerinde basılıyor.
BİZİM BÜYÜK HAFIZASIZLIĞIMIZ
Haliyle Türkiye’deki pek çok mesele ‘açıklanmamış’ ya da tabir-i diğerle ‘faili meçhul’ kalıyor. İlkel gazetecilik seviyesi, toplumsal analizlerle derinleşmiyor, o analizler tarihsel okumalara dönüşmüyor. Bu da bizleri hem hafızasız hâle getiriyor, hem de kısa görüşlülük diyebileceğimiz bir feraset ve basiret tıkanmasına götürüyor.
Şimdilerde sosyal medya, bütün bu yaşadığımız sıkıntılara tuz-biber ekti. Sürpriz olmayan bir şekilde, Türkiye gibi yarı-açık toplumlarda sosyal medya hayli politik bir mecra. Ancak Türkiye’de ilginç bir şey daha oluyor ve entelektüel tartışmalar, kültür birikimi paylaşımları yapılıyor. Ciddi anlamda bazı Twitter kullanıcıları, gazetecilerden, akademisyenlerden, uzmanlardan daha çok şey anlatabiliyor. Bu da, ‘kurumsal seviyenin’ ne kadar düşük olduğunun göstergesi.
Hafızasızlık, burada da tıpkı medyada olduğu gibi yeniden üretiliyor. Hızla akıp giden gündemde durup soluklanmak, geçmişe bakmak, kafa patlatmak, farklı bakış açıları ya da sorularla derinleşmek imkânsız. Bolca RT’lenecek şekilde düşüncelerinizi en ‘popülist’ tarzda ve 140 karakterde yazmalısınız. Neden? Çünkü taraftara ihtiyacınız var. Unutmayın siz gazeteci değil, Türkiye’deki 80 milyon gibi siyasetçisiniz!
KOMPLO TEORİSİ GİBİ BİR HAYAT
Bütün bu anlattıklarım, aslında tek bir sorunun cevabı: Türkler neden komplo teorilerini bu kadar çok seviyor? Bu vasatlığı hep birlikte, el ele, tuğla tuğla örerek ürettiğimiz için olabilir mi? Sağcısıyla, solcusuyla… Türk’üyle, Kürt’üyle… Sünni’si ve Alevi’siyle hepimiz bu vasatlığa katkı sunmuş olabilir miyiz?
Geçenlerde OECD’nin yayınladığı raporda gözlerden kaçan, önemli bir veri vardı. Okuma yazma oranının yanı sıra, ‘okuduklarını anlayabilme’ kapasitesini ölçen OECD, bu konuda 5 seviye belirlemiş. Türkiye’de yetişkinler arasında, 4 ve 5. seviyeye çıkabilenlerin oranı 0’a yakın. Matematik bilgi kullanımında ve okuyup analiz edebilme yetilerinde OECD’deki ülkeler arasında son 3’te. Problem çözme kapasitesinde, yüzde 8’le son sırada.
Korkunç bilgiler bunlar. Toplumdaki radikalleşmeyi de, kutuplaşmayı da, yaygın öfke ve nefreti de etkileyen faktörler. O yüzden sormak gerekiyor.
Türkiye’deki kamusal tartışma alanını sadece medyaya sıkıştırarak, bu alanın seviyesini de sürekli kısır, tek boyutlu tutarak, bugünkü bağnazlığı hep beraber meydana getirmiş değil miyiz? Birbiriyle konuşamayan, konuşmayı bırakın birbirini anlayabilecek kelime haznesinden bile mahrum kimselere dönüşmenin suçu hepimizde değil mi?
Hani hep deniyor ya, “Yüzleşelim!” diye. Bununla yüzleşebiliriz mesela… Komplo teorilerinin vasatlığına, basitliğine inanan, inanmayı geçtim buna hayatını adayan insanlar kovuktan çıkmadılar, sorumlusu biziz. Ve bunu yapmaya, devam ediyoruz. Gelecek de, elimizden kayıp gidiyor.