[Akif Umut Avaz]
Suriye’den gelen acı haberlerle herkesin yüreği kavruldu. Önce, resmi rakamlara göre bile, 16 olduğu söylenen şehit ve 130’un üzerinde yaralı Mehmetçik haberi, arkasından radikal terör örgütü IŞİD tarafından diri diri yakılarak vahşice infaz edilen iki askerimizin dehşeti… Şehit, yaralı ve kayıp rakamlarının açıklananın çok üzerinde olduğu ise tüm fısıltı gazetelerinin gündemi…
Hepimiz çok üzgünüz. Hepimiz çok öfkeliyiz. Hepimiz çok kızgınız… Ama “Koskoca Türkiye bu perişan hale nasıl getirildi? Bu durumlara nasıl düşürüldü? Bu belayı başımıza kim sardı? Milyonlarca Suriyelinin mahvolmasına, yapılan tüm uyarılara rağmen Türkiye’nin göz göre göre Pakistanlaşarak her gün teröre, dehşete ve ölümlere maruz kalmasına kimler, nasıl sebep oldu? Gittikçe kabaran ve maalesef daha da kabaracak gibi gözüken ağır faturasıyla bu felaketin hesabını kim verecek?” diye soran kimse yok.
İMRENİLEN BİR RÜYADAN DEHŞET VEREN BİR KABUSA
Hâlbuki 5-6 yıl öncesine kadar Türkiye, Avrupa Birliği üyelik sürecinin tetiklediği muazzam bir sinerjiyle nasıl da doğru bir yolda ilerliyordu. Hak ve özgürlükler genişliyor, hukuk devleti güçleniyor, askeri vesayetin gölgesi halkın ve demokrasinin üzerinden kalkıyor, ekonomi büyüyor, ihracat artıyor, insanlar gün be gün zenginleşiyor, Türkiye dünyayı dünya Türkiye’yi kucaklıyordu. Bütün olumlu gelişmeler AKP ve başındaki Erdoğan’a mal ediliyor, her ikisinin de yıldızı hem içeride hem dışarıda parladıkça parlıyordu. Tüm dünyada Türkiye imrenilen, ilham ve model alınan bir ülke olarak görülüyor ve gösteriliyordu.
Bir salih daire içerisinde yol alan normal ve sağlıklı bünyelerde iyi yöndeki işlerin ivmesini daha da artıracak bu başarılar, maalesef hastalıklı kişilikleri zamanla ortaya çıkan muhterislerde baş dönmelerine, güç sarhoşluklarına, nispetsiz bir özgüven patlamasıyla kendilerini dev aynasında görmelerine yol açtı. Hem kendilerinin, hem de kendisine yeni yeni gelmekte olan Türkiye’nin güç ve potansiyelini abarttıkça abarttılar. Büyüklendikçe büyüklendiler, kibirlendikçe kibirlendiler. İşin kötüsü ellerindeki güçlü medya nüfuzuyla iflah olmaz bu hastalıklarını geniş halk kitlelerine de sirayet ettirdiler.
Ayakları yerden iyice kesilip kendi kurguladıkları sanal gerçeklikten devşirdikleri güç ve iktidar vehmine gün be gün daha fazla dayanır oldular. Türkiye’nin kişi başına milli geliri henüz 10 bin dolar iken (bugün 9 bine gerilemiş durumda) sanki 40-50 bin dolarmış gibi, ihracatı yıllık en fazla 150 milyar dolarken sanki 1 trilyon dolarlık ihracatı varmış gibi, Türk ekonomisi 750 milyar dolarlık değil de sanki 5 trilyon dolarlık bir ekonomiymiş gibi, mahut askeri-sivil ve entelektüel insani sermayesi sanki sınırsızmış gibi, doğru dürüst bir piyade tüfeğini bile üretim safhasına ancak getirebilmiş savunma sanayiimiz sanki savunma, uzay ve bilişim teknolojilerinde rakiplerinin fersah fersah önündeymiş gibi vesaire… davranılmaya kalkışıldı.
HALK DESTEĞİ, IŞILDAYAN İMAJ VE HASTALIKLI İHTİRASLAR…
İçeride muazzam halk desteği, dışarıda müthiş ışıldayan bir imaj ve Arap isyanlarının kabarttığı hastalıklı ihtiraslar… Aşırı özgüven patlaması yaşamış, güçten başı dönmüş kompleksli bir Erdoğan ve çevresine yığdığı dalkavukluktan başka belirgin bir özellikleri olmayan muhteris kifayetsizler… Stratejik derinlikler, büyük büyük laflar, büyük güç, büyük devlet, büyük dünya lideri safsataları… Ve uydurdukları bu safsatalara önce kendileri inanan oldum olası türlü aşağılık kompleksiyle malul siyasal İslamcı paçoz muktedirler… Bu paçoz muktedirlerin Suriye ile birlikte ülkemizi de yıkıma sürükleyen yanlış varsayımları, yanlış hesapları… Sorunlu geçmişlerinden bugüne ve daha da kötüsü devlete taşıyıp adına “dava” dedikleri kendileri gibi hastalıklı hedefleri…
İşte tüm bunların bir araya gelmesi, o güne kadar doğru yolda ilerlemekte olan Türkiye’yi hem baştan, hem yoldan çıkardı… Türkiye’nin yıllar boyunca ilmek ilmek dokuduğu “yumuşak güç (soft power)” kabiliyetlerini ve bu yolla elde ettiği kazanımlarını bir çırpıda yok ettiler. Yumuşak ve sert güçlerin kombinazyonundan oluşan “akıllı güç (smart power)”e bile tenezzül etmeyip, eni konu orta ölçekli bir bölgesel güç olmasına rağmen Türkiye sanki bir süper gücün dayatmacı ve caydırıcı imkânlarına sahipmiş gibi doğrudan “sert güç (hard power)” paradigmasına geçiş yapıverdiler.
‘KÜÇÜK TÜRKİYE LOBİSİ’, ‘ESKİ TÜRKİYE KALINTISI’, ‘ESEDÇİ HAİN’…
Hesapsız kitapsız girişilen yanlışlara itiraz edenleri, Türkiye’nin gücünün ve potansiyelinin (lüzumsuzluğu ayrı konu) ihtiraslı siyasi iradenin ve taşkın hamasetin zorunlu kıldığı ihtiyaçları karşılayamayacağına dair görüş beyan edenleri küstah bir alaycılıkla “küçük Türkiye lobisi” veya “Eski Türkiye kalıntısı” diye yaftaladılar ve en nihayet Esedçi “hain” olarak damgaladılar. İşler sarpa sardıkça sesi her çıkan aydının, muhalifin ve bağımsız medyanın üzerinden silindir gibi geçtiler. Alternatif söz edebilecek hiç kimsenin sesi duyulmasın diye yalan ve iftiralar dâhil her türlü kepazeliğe ve despotluğa tenezzül ettiler.
Suriye rejiminin sadece Esed’den Suriye’nin ise sadece Suriye’den ibaret olmadığını bir türlü anlayamadılar. Esed’in sanılandan çok daha fazla Suriye, Suriye’nin ise fazlasıyla İran, Rusya, Lübnan (Hizbullah), Irak (Şii Yönetimi), Çin olduğunu da bir türlü anlamak istemediler. Tunus, Mısır ve Libya’da oyun dışı kaldığını düşünen Rusya, İran, Çin ve Hizbullah’ın Ortadoğu’daki en önemli dayanakları Suriye’de ellerinden geleni artlarına koymayacaklarını hesap edemediler. Bu konuda temkinli olma uyarılarında bulunanları ise ahlaksız trol ordularıyla, müptezel tetikçi medyalarıyla alçakça linç ettiler.
GEÇEN CUMA, HAFTALAR VE HATTA YILLAR…
İlk Cuma geçti… “Esed haftalar içinde değilse bile aylar içinde mutlaka gidecek” diyen stratejik şarlatanların bahsettiği haftalar, aylar ve hatta yıllar bile geçti. Tıpkı bugün Erdoğan rejiminin Türkiye’de yaptığına benzer şekilde kendi halkına zulmetmekten çekinmeyen Esed, gitmek şöyle dursun, karşıtlarının kendisinden de insanlık dışı yanlışlarından dolayı gün geçtikçe ülkesindeki ve uluslararası toplum nezdindeki meşruiyeti yeniden güçlendi.
Yanlış hesapları iyice ayağına dolaşan muhteris Erdoğan ve ekürisi, Esed’in tez elden gitmeyeceğine dair umutsuzluğa kapıldıkça, “Esed karşıtı olsun da kim olursa olsun” açmazına girdi. En radikal, en insanlık dışı, ilkel ve vahşi terör örgütleri ile türlü alengirli ilişkiler kurdular. Türkiye’yi IŞİD, el-Kaide, el-Nusra ve daha bir sürü eli kanlı radikal terör örgütünün, kafa kesen türlü Selefi insanlık müsveddelerinin lojistik üssüne dönüştürdüler. Bu örgütlere tırlar dolusu silah ve mühimmat taşıdılar. Türkiye’yi uluslararası radikal İslamcı militanların, cihatçıların, paralı teröristlerin, satılık lejyonerlerin rahatça kullanabildiği, kolayca gidip gelebildikleri güvenli bir otobana dönüştürdüler.
Türkiye’yi IŞİD ve benzeri örgütlerin militanlarının canları istediklerinde istedikleri yerde tatil yapabildikleri, istedikleri kadar zaman geçirebildikleri, yaralılarsa istedikleri yerlerde tedavi olabildikleri, kolayca propaganda yapabildikleri, adam devşirebildikleri bir ülke haline getirdiler. Üstelik eli kanlı bu terör örgütlerine Türkiye yasalarının ve görevlerinin bir gereği olarak soruşturma açanlar, operasyon yapanlar artık tutuklanıp hapse bile atılıyordu.
TERÖR ÖRGÜTLERİYLE GAYRİ MEŞRU İLİŞKİLER VE KARAPARA…
Suriye’deki radikal örgütlerle girişilen gayri meşru ilişkilerin gerektirdiği paranın yasal olarak karşılanma imkânı doğal olarak kısıtlıydı. Bu yüzden Erdoğan rejimi, kirli işlerinde kullanmak üzere yolsuzluk, rüşvet ve benzeri yollarla kirli sermaye toplamaya hız verdi. Zarrab olayında olduğu gibi sistematik yolsuzlukların, rüşvetin ve uluslararası karapara trafiğinin odağı haline geldi.
Zaman içerisinde uluslararası toplumdan gelen baskıların artması ve tüm engellemelere rağmen yapılan bazı operasyonlarla kirli ilişkilerinin kısmen afişe olması üzerine Erdoğan rejimi bu radikal örgütleri mecburen ve kısmen yüzüstü bırakmak zorunda kaldı… Dışişlerinden sızan ve 2014’teki seçimler öncesi Suriye’de savaş çıkarma komplosunu kamuoyuna mal eden ses kaydında, hatırlanacağı üzere, bir generalin “silah akışı durursa bize dönerler” sözüne karşılık Suriye batağının başmimarı Davutoğlu’nun “zaten döndüler” sözü kayıtlara geçmişti. Bu sözden sadece birkaç ay önce IŞİD’in Reyhanlı saldırısında 53 vatandaşımızı katletmesi de…
Erdoğan rejimi, hatalarından ders almak yerine bu hatalarına bugün de yenilerini ekliyor. Yıllardır orduyu Suriye’ye sokmaya çalışan Erdoğan, bu saplantılı ihtirasının karşısında hep TSK’daki sağduyulu komutanları bulmuştu. Erdoğan’ın ihtiraslarına boyun eğecek kadır aklını, izanını ve izzetini yitirmemiş bu generaller 15 Temmuz komplosundan sonra ipe sapa gelmez suçlamalarla sistematik şekilde tasfiye edildi. Orduda bırakılanlar ise tam tersi bir tavır aldı ve nihayet bundan 123 gün önce Erdoğan amacına ulaştı. Mehmetçiği Suriye batağına sürmeyi başardı.
PEKİ, MEHMETÇİK KİME KARŞI KİMİN İÇİN SAVAŞIYOR?
Peki, Mehmetçik niçin Suriye’de, kime karşı kimin için savaşıyor? Sakın kimse Türkiye için demesin! Çünkü, Erdoğan rejiminin 20 Aralık 2016 günü Moskova’da altına imza koyduğu anlaşma metni (aynen olması gerektiği gibi) öyle söylemiyor. Mutabakat metninin ilk maddesi bakın ne diyor? “İran, Rusya ve Türkiye; çok sayıda etnik yapı barındıran, çok dinli, mezhepsel olmayan, demokratik ve laik bir devlet olarak Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne olan saygılarını yinelerler.”
Bugüne kadar tükürdüğü her şeyi afiyetle yalayan Erdoğan rejiminin imzaladığı anlaşmadaki bu maddenin bize söylediği, IŞİD’e ve türlü yobaz sürüsüne yem edilen Mehmetçiğin, Suriye’de Esed rejimi için savaştığından başka bir şey değil. İster el-Bab’da, ister başka bir yerde olsun Suriye topraklarında şehit düşen her askerimiz, IŞİD ve benzeri vahşi yobaz sürülerinden kurtarabildikleri her toprak parçasını anlaşma gereği Esed’e teslim etmek zorunda. Yani Erdoğan’ın batağa sürdüğü Mehmetçik, Suriye’de Esed’in toprakları için toprağa düşüyor.
Sakın ola ki yalanı din edinmiş dinbaz muktedirlerin, askerin PKK/PYD’ye karşı mücadele için Suriye’de olduğu yalanına da inanmayasınız! Çünkü, Erdoğan rejiminin Moskova’da altına imza koyduğu mutabakat metninin son maddesi İran, Rusya ve Türkiye’nin birlikte mücadele edecekleri örgütler arasında ne PKK’yı ne de PYD’yi sayıyor. Üstelik bununla da kalmıyor, “diğer silahlı muhalif grupları bunlardan ayırma konusundaki kararlılıklarını yinelerler” ifadesiyle PKK ve PYD’ye bir çeşit dokunulmazlığı da garanti altına alıyor. Mutabakat metninin son maddesi aynen şöyle diyor: “İran, Rusya ve Türkiye; IŞİD/DAEŞ ve El Nusra’ya karşı birlikte mücadele etme ve diğer silahlı muhalif grupları bunlardan ayırma konusundaki kararlılıklarını yinelerler.”
BELKİ DE İŞ İŞTEN GEÇMİŞ OLACAK…
Kaldı ki, yıllar boyu örgütleyip, eğitip taşıdıkları binlerce tır silah ve mühimmatla semirttikleri IŞİD, el-Kaide ve türevlerine, bugün, Suriye’de Mehmetçiği yem eden Erdoğan rejimi, bu mücadelesinde azıcık samimi olsa bu örgütlere karşı önce Türkiye’de kapsamlı bir mücadele başlatırdı. En azından halen rahatça adam ve imkân devşirmelerine bugünkü kadar hoşgörü göstermezdi.
Türkiye’de IŞİD, el-Kaide, el- Nusra ve benzeri radikal İslamcı terör örgütlerine dokunana asla yaşam hakkı tanımayan Erdoğan rejiminin ölümcül kirli oyunlarını anlamak için acaba daha kaç yüz, kaç bin evladımızın ölmesini bekleyeceğiz? Erdoğan rejiminin, ülkedeki sayısız militanları üzerinden Suriye’deki savaşı istedikleri zaman Türkiye’ye taşıma gücü bulunan bu terör örgütlerine yönelik hoşgörüsünün ve korumacılığının vatana ihanet derecesinde olduğu anlaşıldığında belki de iş işten çoktan geçmiş olacak. (TR724)
Hepimiz çok üzgünüz. Hepimiz çok öfkeliyiz. Hepimiz çok kızgınız… Ama “Koskoca Türkiye bu perişan hale nasıl getirildi? Bu durumlara nasıl düşürüldü? Bu belayı başımıza kim sardı? Milyonlarca Suriyelinin mahvolmasına, yapılan tüm uyarılara rağmen Türkiye’nin göz göre göre Pakistanlaşarak her gün teröre, dehşete ve ölümlere maruz kalmasına kimler, nasıl sebep oldu? Gittikçe kabaran ve maalesef daha da kabaracak gibi gözüken ağır faturasıyla bu felaketin hesabını kim verecek?” diye soran kimse yok.
İMRENİLEN BİR RÜYADAN DEHŞET VEREN BİR KABUSA
Hâlbuki 5-6 yıl öncesine kadar Türkiye, Avrupa Birliği üyelik sürecinin tetiklediği muazzam bir sinerjiyle nasıl da doğru bir yolda ilerliyordu. Hak ve özgürlükler genişliyor, hukuk devleti güçleniyor, askeri vesayetin gölgesi halkın ve demokrasinin üzerinden kalkıyor, ekonomi büyüyor, ihracat artıyor, insanlar gün be gün zenginleşiyor, Türkiye dünyayı dünya Türkiye’yi kucaklıyordu. Bütün olumlu gelişmeler AKP ve başındaki Erdoğan’a mal ediliyor, her ikisinin de yıldızı hem içeride hem dışarıda parladıkça parlıyordu. Tüm dünyada Türkiye imrenilen, ilham ve model alınan bir ülke olarak görülüyor ve gösteriliyordu.
Bir salih daire içerisinde yol alan normal ve sağlıklı bünyelerde iyi yöndeki işlerin ivmesini daha da artıracak bu başarılar, maalesef hastalıklı kişilikleri zamanla ortaya çıkan muhterislerde baş dönmelerine, güç sarhoşluklarına, nispetsiz bir özgüven patlamasıyla kendilerini dev aynasında görmelerine yol açtı. Hem kendilerinin, hem de kendisine yeni yeni gelmekte olan Türkiye’nin güç ve potansiyelini abarttıkça abarttılar. Büyüklendikçe büyüklendiler, kibirlendikçe kibirlendiler. İşin kötüsü ellerindeki güçlü medya nüfuzuyla iflah olmaz bu hastalıklarını geniş halk kitlelerine de sirayet ettirdiler.
Ayakları yerden iyice kesilip kendi kurguladıkları sanal gerçeklikten devşirdikleri güç ve iktidar vehmine gün be gün daha fazla dayanır oldular. Türkiye’nin kişi başına milli geliri henüz 10 bin dolar iken (bugün 9 bine gerilemiş durumda) sanki 40-50 bin dolarmış gibi, ihracatı yıllık en fazla 150 milyar dolarken sanki 1 trilyon dolarlık ihracatı varmış gibi, Türk ekonomisi 750 milyar dolarlık değil de sanki 5 trilyon dolarlık bir ekonomiymiş gibi, mahut askeri-sivil ve entelektüel insani sermayesi sanki sınırsızmış gibi, doğru dürüst bir piyade tüfeğini bile üretim safhasına ancak getirebilmiş savunma sanayiimiz sanki savunma, uzay ve bilişim teknolojilerinde rakiplerinin fersah fersah önündeymiş gibi vesaire… davranılmaya kalkışıldı.
HALK DESTEĞİ, IŞILDAYAN İMAJ VE HASTALIKLI İHTİRASLAR…
İçeride muazzam halk desteği, dışarıda müthiş ışıldayan bir imaj ve Arap isyanlarının kabarttığı hastalıklı ihtiraslar… Aşırı özgüven patlaması yaşamış, güçten başı dönmüş kompleksli bir Erdoğan ve çevresine yığdığı dalkavukluktan başka belirgin bir özellikleri olmayan muhteris kifayetsizler… Stratejik derinlikler, büyük büyük laflar, büyük güç, büyük devlet, büyük dünya lideri safsataları… Ve uydurdukları bu safsatalara önce kendileri inanan oldum olası türlü aşağılık kompleksiyle malul siyasal İslamcı paçoz muktedirler… Bu paçoz muktedirlerin Suriye ile birlikte ülkemizi de yıkıma sürükleyen yanlış varsayımları, yanlış hesapları… Sorunlu geçmişlerinden bugüne ve daha da kötüsü devlete taşıyıp adına “dava” dedikleri kendileri gibi hastalıklı hedefleri…
İşte tüm bunların bir araya gelmesi, o güne kadar doğru yolda ilerlemekte olan Türkiye’yi hem baştan, hem yoldan çıkardı… Türkiye’nin yıllar boyunca ilmek ilmek dokuduğu “yumuşak güç (soft power)” kabiliyetlerini ve bu yolla elde ettiği kazanımlarını bir çırpıda yok ettiler. Yumuşak ve sert güçlerin kombinazyonundan oluşan “akıllı güç (smart power)”e bile tenezzül etmeyip, eni konu orta ölçekli bir bölgesel güç olmasına rağmen Türkiye sanki bir süper gücün dayatmacı ve caydırıcı imkânlarına sahipmiş gibi doğrudan “sert güç (hard power)” paradigmasına geçiş yapıverdiler.
‘KÜÇÜK TÜRKİYE LOBİSİ’, ‘ESKİ TÜRKİYE KALINTISI’, ‘ESEDÇİ HAİN’…
Hesapsız kitapsız girişilen yanlışlara itiraz edenleri, Türkiye’nin gücünün ve potansiyelinin (lüzumsuzluğu ayrı konu) ihtiraslı siyasi iradenin ve taşkın hamasetin zorunlu kıldığı ihtiyaçları karşılayamayacağına dair görüş beyan edenleri küstah bir alaycılıkla “küçük Türkiye lobisi” veya “Eski Türkiye kalıntısı” diye yaftaladılar ve en nihayet Esedçi “hain” olarak damgaladılar. İşler sarpa sardıkça sesi her çıkan aydının, muhalifin ve bağımsız medyanın üzerinden silindir gibi geçtiler. Alternatif söz edebilecek hiç kimsenin sesi duyulmasın diye yalan ve iftiralar dâhil her türlü kepazeliğe ve despotluğa tenezzül ettiler.
Suriye rejiminin sadece Esed’den Suriye’nin ise sadece Suriye’den ibaret olmadığını bir türlü anlayamadılar. Esed’in sanılandan çok daha fazla Suriye, Suriye’nin ise fazlasıyla İran, Rusya, Lübnan (Hizbullah), Irak (Şii Yönetimi), Çin olduğunu da bir türlü anlamak istemediler. Tunus, Mısır ve Libya’da oyun dışı kaldığını düşünen Rusya, İran, Çin ve Hizbullah’ın Ortadoğu’daki en önemli dayanakları Suriye’de ellerinden geleni artlarına koymayacaklarını hesap edemediler. Bu konuda temkinli olma uyarılarında bulunanları ise ahlaksız trol ordularıyla, müptezel tetikçi medyalarıyla alçakça linç ettiler.
İlk Cuma geçti… “Esed haftalar içinde değilse bile aylar içinde mutlaka gidecek” diyen stratejik şarlatanların bahsettiği haftalar, aylar ve hatta yıllar bile geçti. Tıpkı bugün Erdoğan rejiminin Türkiye’de yaptığına benzer şekilde kendi halkına zulmetmekten çekinmeyen Esed, gitmek şöyle dursun, karşıtlarının kendisinden de insanlık dışı yanlışlarından dolayı gün geçtikçe ülkesindeki ve uluslararası toplum nezdindeki meşruiyeti yeniden güçlendi.
Yanlış hesapları iyice ayağına dolaşan muhteris Erdoğan ve ekürisi, Esed’in tez elden gitmeyeceğine dair umutsuzluğa kapıldıkça, “Esed karşıtı olsun da kim olursa olsun” açmazına girdi. En radikal, en insanlık dışı, ilkel ve vahşi terör örgütleri ile türlü alengirli ilişkiler kurdular. Türkiye’yi IŞİD, el-Kaide, el-Nusra ve daha bir sürü eli kanlı radikal terör örgütünün, kafa kesen türlü Selefi insanlık müsveddelerinin lojistik üssüne dönüştürdüler. Bu örgütlere tırlar dolusu silah ve mühimmat taşıdılar. Türkiye’yi uluslararası radikal İslamcı militanların, cihatçıların, paralı teröristlerin, satılık lejyonerlerin rahatça kullanabildiği, kolayca gidip gelebildikleri güvenli bir otobana dönüştürdüler.
Türkiye’yi IŞİD ve benzeri örgütlerin militanlarının canları istediklerinde istedikleri yerde tatil yapabildikleri, istedikleri kadar zaman geçirebildikleri, yaralılarsa istedikleri yerlerde tedavi olabildikleri, kolayca propaganda yapabildikleri, adam devşirebildikleri bir ülke haline getirdiler. Üstelik eli kanlı bu terör örgütlerine Türkiye yasalarının ve görevlerinin bir gereği olarak soruşturma açanlar, operasyon yapanlar artık tutuklanıp hapse bile atılıyordu.
TERÖR ÖRGÜTLERİYLE GAYRİ MEŞRU İLİŞKİLER VE KARAPARA…
Suriye’deki radikal örgütlerle girişilen gayri meşru ilişkilerin gerektirdiği paranın yasal olarak karşılanma imkânı doğal olarak kısıtlıydı. Bu yüzden Erdoğan rejimi, kirli işlerinde kullanmak üzere yolsuzluk, rüşvet ve benzeri yollarla kirli sermaye toplamaya hız verdi. Zarrab olayında olduğu gibi sistematik yolsuzlukların, rüşvetin ve uluslararası karapara trafiğinin odağı haline geldi.
Zaman içerisinde uluslararası toplumdan gelen baskıların artması ve tüm engellemelere rağmen yapılan bazı operasyonlarla kirli ilişkilerinin kısmen afişe olması üzerine Erdoğan rejimi bu radikal örgütleri mecburen ve kısmen yüzüstü bırakmak zorunda kaldı… Dışişlerinden sızan ve 2014’teki seçimler öncesi Suriye’de savaş çıkarma komplosunu kamuoyuna mal eden ses kaydında, hatırlanacağı üzere, bir generalin “silah akışı durursa bize dönerler” sözüne karşılık Suriye batağının başmimarı Davutoğlu’nun “zaten döndüler” sözü kayıtlara geçmişti. Bu sözden sadece birkaç ay önce IŞİD’in Reyhanlı saldırısında 53 vatandaşımızı katletmesi de…
Erdoğan rejimi, hatalarından ders almak yerine bu hatalarına bugün de yenilerini ekliyor. Yıllardır orduyu Suriye’ye sokmaya çalışan Erdoğan, bu saplantılı ihtirasının karşısında hep TSK’daki sağduyulu komutanları bulmuştu. Erdoğan’ın ihtiraslarına boyun eğecek kadır aklını, izanını ve izzetini yitirmemiş bu generaller 15 Temmuz komplosundan sonra ipe sapa gelmez suçlamalarla sistematik şekilde tasfiye edildi. Orduda bırakılanlar ise tam tersi bir tavır aldı ve nihayet bundan 123 gün önce Erdoğan amacına ulaştı. Mehmetçiği Suriye batağına sürmeyi başardı.
PEKİ, MEHMETÇİK KİME KARŞI KİMİN İÇİN SAVAŞIYOR?
Bugüne kadar tükürdüğü her şeyi afiyetle yalayan Erdoğan rejiminin imzaladığı anlaşmadaki bu maddenin bize söylediği, IŞİD’e ve türlü yobaz sürüsüne yem edilen Mehmetçiğin, Suriye’de Esed rejimi için savaştığından başka bir şey değil. İster el-Bab’da, ister başka bir yerde olsun Suriye topraklarında şehit düşen her askerimiz, IŞİD ve benzeri vahşi yobaz sürülerinden kurtarabildikleri her toprak parçasını anlaşma gereği Esed’e teslim etmek zorunda. Yani Erdoğan’ın batağa sürdüğü Mehmetçik, Suriye’de Esed’in toprakları için toprağa düşüyor.
Sakın ola ki yalanı din edinmiş dinbaz muktedirlerin, askerin PKK/PYD’ye karşı mücadele için Suriye’de olduğu yalanına da inanmayasınız! Çünkü, Erdoğan rejiminin Moskova’da altına imza koyduğu mutabakat metninin son maddesi İran, Rusya ve Türkiye’nin birlikte mücadele edecekleri örgütler arasında ne PKK’yı ne de PYD’yi sayıyor. Üstelik bununla da kalmıyor, “diğer silahlı muhalif grupları bunlardan ayırma konusundaki kararlılıklarını yinelerler” ifadesiyle PKK ve PYD’ye bir çeşit dokunulmazlığı da garanti altına alıyor. Mutabakat metninin son maddesi aynen şöyle diyor: “İran, Rusya ve Türkiye; IŞİD/DAEŞ ve El Nusra’ya karşı birlikte mücadele etme ve diğer silahlı muhalif grupları bunlardan ayırma konusundaki kararlılıklarını yinelerler.”
BELKİ DE İŞ İŞTEN GEÇMİŞ OLACAK…
Kaldı ki, yıllar boyu örgütleyip, eğitip taşıdıkları binlerce tır silah ve mühimmatla semirttikleri IŞİD, el-Kaide ve türevlerine, bugün, Suriye’de Mehmetçiği yem eden Erdoğan rejimi, bu mücadelesinde azıcık samimi olsa bu örgütlere karşı önce Türkiye’de kapsamlı bir mücadele başlatırdı. En azından halen rahatça adam ve imkân devşirmelerine bugünkü kadar hoşgörü göstermezdi.
Türkiye’de IŞİD, el-Kaide, el- Nusra ve benzeri radikal İslamcı terör örgütlerine dokunana asla yaşam hakkı tanımayan Erdoğan rejiminin ölümcül kirli oyunlarını anlamak için acaba daha kaç yüz, kaç bin evladımızın ölmesini bekleyeceğiz? Erdoğan rejiminin, ülkedeki sayısız militanları üzerinden Suriye’deki savaşı istedikleri zaman Türkiye’ye taşıma gücü bulunan bu terör örgütlerine yönelik hoşgörüsünün ve korumacılığının vatana ihanet derecesinde olduğu anlaşıldığında belki de iş işten çoktan geçmiş olacak. (TR724)