[Faik Can]
Şiddetli imtihanlarla sarsılıyoruz. Bugüne kadar maruz kalmadığımız ölçüde ağır imtihanlar bunlar. Yüz binlerce kişi işinden, aşından, yurdundan, yuvasından oldu. On binlerce masum hapishanelerde çile dolduruyor. İşkence görenlerin, türlü hakaretlere maruz kalanların, alın teriyle kazandığı malına mülküne el konanların hadd-u hesabı yok. “İyi insanların” malına, canına ve namusuna musallat olunuyor.
Ekranlar, bir kesime karşı nefret söylemlerine esir. Medya, tertemiz insanları terörist (!) ilan etmek hususunda müttefik. Toplum, cehaletten, hasetten, korkudan veya menfaatten kaynaklanan sebeplerle bu nefret korosuna tempo tutmakla meşgul. Düşmanın husumeti mi daha yıpratıcı, dost zannettiklerimizin vefasızlığı mı, onu bilemiyoruz. Ama neticede imtihanın şiddeti ortada.
Ahiret endişesi duymadan…
İmanın, ihlâsın, ihsanın, uhuvvetin, muhabbetin, hüsnü zannın otağı olması gereken sineler, kinin, nefretin, hasedin, kibrin ve suizannın mezbeleliği haline gelmiş! Ağızlardan dökülen iftiralar, birbiri ardına savrulan hakaretler, tehditler içeride biriken nefretin büyüklüğünü gösteriyor. Hacısı, hocası, diyanetçisi, sözüm ona tarikatçısı ve Nurcusu ahiret endişesi duymadan, dinde yeri olup olmadığını düşünmeden ve en ufak bir muhasebe ihtiyacı hissetmeden karnındakini ağzından kusmaya devam ediyor.
Camiler gıybetin, nefretin, hasedin merkezleri haline gelmiş. “Peygamber kürsüleri” ve minberlerden yalan, iftira ve suizan akıtılıyor kalplere ve zihinlere. “Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilen” Nebiler Serveri’nin ümmeti ahlaksızlıkta zirve yaparak Peygamberine ihanet ediyor. Bugüne kadar hep iyilik için koşturan, dünyaya sevgi ve muhabbet tohumları saçmak üzere yola koyulan hasbiler topluluğu, hakikaten sınırları zorlayan, tahammülü oldukça zor, çetin mi çetin bir imtihandan geçiyor.
Ne yapmalı?
Peki, ne yapmak ve nasıl davranmak gerekiyor? Evvela, ağaçtan düşen her yaprak Allah’ın ilmi ve iradesi ile düşüyorsa, cereyan eden bunca hadise O’nun ilminden ve iradesinden hariç değildir. Öyleyse bizler bütün bu olan bitende Kudreti Sonsuz’un muradını anlamaya ve o murada uygun hareket etmeye bakmalıyız. Biz inanıyoruz ki belâ, musibet ve bu tür imtihanlarda zahiren bir kısım zararlar olsa bile, bunların netice itibarıyla faydaları da vardır. Zarar gibi görünen şeylere takılmadan özellikle uhrevi faydaları düşünmek ve kaderi tenkit manasına gelebilecek düşünce, söz ve davranışlardan uzak durmak gerekiyor.
Az alır, çok verir
Az alıp çok vermek, Allah’ın şanındandır. O, icabında gözümüzü, ayağımızı alır ama karşılığında şehitlik verir. Malımızı alır, ahirette çok nimetlerle mükâfatlandırır; türlü musibetlere sabrettirir, karşılığında hadsiz sevaplar bahşeder.
Belâ ve musibetler, kulun derecesini artırır. Yükseklere çıkıldıkça insanın göğsünde sıkışma olur. Kar, fırtına, tipi ve boran en çok yüksek dağların zirvesinde görülür. Bu yüzdendir ki, en şiddetli belâlara daha çok nebiler, veliler gibi kametleri bâlâ kimseler mâruz kalmıştır. Yükselmeye açık ve yüceliklere teşne gönüller hep bu yolla zirveleşmişlerdir.
Belâ ve musibetler, insanlara nimetlerin kadrini öğretir ve şükür yolunu açar. Kaybedilen imkânların, kaçırılan fırsatların değeri yokluklarında daha iyi anlaşılır. İnsan, nefis ve şeytan gibi hasımlarına karşı sürekli uyarılmaya muhtaçtır. İşte belâ ve musibetler, insan için bu vazifeyi görür, onu günahlara karşı ikaz eder ve korurlar.
Saf ve temiz olanlar
Bir fikrin temsilcilerinin yetişmesinde, başa gelen belâ ve musibetlerin rolü çok büyük ve mühimdir. Çilesiz, ızdırapsız ve bedel ödemeden elde edilen nimetler ve imkânlar, sahibi için nimet görünümlü birer nikmete dönüşürler. Allah, yüce bir hakikati omuzlayacak hasbî ve diğergâm ruhlarla ham ve menfaatperestleri ayırt etmek hikmetine binaen Hakk’a adanmış ruhları çeşitli imtihanlarla sarsar, eler, elekten geçirir. Ta ki saf ve temiz olanlar diğerlerinden ayrılsın. Ve daha yolun yarısında dökülecek zayıf karakterler işin başında dökülsün ki, sağlam bir duruş gerektiren çok kritik anlarda bozgun yaşanmasın!
Zahmetten rahmete
Belâ ve musibete maruz kalan insan, rahat zamanlarında ihmal ettiği, unuttuğu, meşguliyetlerinden (!) ötürü bir türlü vakit bulamadığı duaya, evrada ve namaza daha bir sarılır. Beş vakte bir beş daha katar. Teheccüdlerle, hacetlerle, duha ve evvabinlerle gecesini de gündüzünü de aydınlatır. Dili kıpır kıpırdır evrad ve dualarla. Kur’an tilavetinden sonra Cevşen’i zırh eder kendine. Ardından Kulûbu’d-Dâria ile yanık sinelerin hissiyatına katar gönül telinden kopup gelen ah u enînlerini.
Sarp bir yokuş gibi nefesini kesen, kendisini zorlayan musibet sürecini seyr ü sülûkünün hızlı bir asansörü haline dönüştürüverir. O kırık kalb, o mahzun gönül Ulu Dergâha arz edilen dilekçenin en kuvvetli referansıdır ve zahmet o anda aynı rahmet olmuştur.
Bu yolun yolcuları, başlarına ne gelirse gelsin yollarının doğruluğundan da, gözü yaşlı, gönlü dertli kutlu rehberlerinden de emindirler. Ne yollardaki buzdan, ne de esen muhalif rüzgârdan şikâyet ederler. “Mevsim kış” deyip elbiselerini ona göre seçer, azıklarını ona göre alırlar. Bilirler ki yolun sonunda Rıza, Rıdvan ve Rü’yetullah ile şerefyâb olmak vardır…