[Nazif Apak]
Söz; Allah izin verirse bir gün gerçek isimler, mekanlar ve tarihler vererek anlatırım biraz sonra okuyacaklarınızı. Olayın göbeğindeki kişinin hukuki mücadelesini riske etmemek için özetin özetini sunuyorum önce: Sadece Türkiye’de değil; bütün dünyada tanınan bir kişi, akla ziyan/hukuksuz bir muameleye maruz kaldı geçenlerde. Cemaate yakın bir gazetede yazıları yayınlanmış diye çok önemli bir entelektüele resmen zulmedildi. Malum medyamızın teslim olmuş ve köleleşmiş halinden dolayı konu Türkiye’de çok konuşulmadı; ama yurt dışında yankısı derindi.
Sarsıntı o kadar etkiliydi ki Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, bir Avrupalı mevkidaşına “Endişeye gerek yok; bir yanlışlık olmuş, bir haftaya kalmaz düzeltiriz” deyip sözler vermek zorunda kaldı. Sanıyordu ki koskoca dışişleri bakanı olarak kendisi devreye girecek; tereyağından kıl çekercesine sorunu çözecek. Tereyağından kıl çıkmadı ama başka bir şey karşısına dikiliverdi…
Aradan haftalar geçtikçe, Çavuşoğlu verdiği sözün buharlaştığını gördü (pek çok bakan gibi o da) bir kere daha yutkundu, sustu, pustu. Neden mi? sebebi malum. Ortada bir suç yoktu ama emir büyük yerden geliyordu. Oradan bir emir geldi mi, akan sular duruyor, malum. Bakanmışsın, başbakanmışsın vs. hiçbir önemi yok. Hele savcılar, hakimler, HSYK üyeleri! ‘Beyefendi’den’, ‘Reisten’, ‘Patrondan’ dendi mi, artık adamların beti benzi atıyor, rengi soluyor yargıçların.
Neyse biz olayımıza dönelim: Avrupa’da uzun yıllar önemli görevlerde bulunmuş, Türkiye’ye büyük hizmetler yapmış bir kişiye reva görülen özgürlük kısıtlaması, Avrupa’da büyük yankı uyandırdı. 170’in üzerine çıkan tutuklu gazeteciler, medya kuruluşlarına yapılan baskınlar, gazete/tv kapatma kararları vs. durumun ne kadar vahim olduğunu yeterince kanıtlıyordu aslında; ancak insanlar hemen herkesin bildiği bir entelektüele yapılanları yine de yadırgadı. 15 Temmuz sonrası yapılan saçma gözaltı kararları, pasaport iptalleri, tutuklamalar zaten korkunç bir kıyım yapıldığını yeterince anlatıyordu ama hemen herkesin bildiği insanlara bile ‘Cemaat’ suçlaması yapıp hukuksuz işlem yapılması olayın ne kadar irrasyonel bir savrulmaya doğru gittiğinin göstergesiydi.
İktidar, “Yargı bağımsız biz ne yapabiliriz” gibi bir yalana başvurarak kargaların bile güleceği bu teze Batılıların inanacağını sanıyor. Kimse kanmıyor bu çiğ yalana ve herkes biliyor ki hemen her bireyin akıbetini bir kişi ve etrafındaki şakşakçı takımı ayarlıyor.
Bu acı gerçeğe hala inan(a)mayan saf yazar çizer takımı da var. İşte onlardan biri, yazının başından beri koordinatlarını verdiğim olayı çözmek için kollarını sıvadı. Kadim dostu olarak nitelediği mağdur yazara sahip çıkmak için devreye girdi. Ne de olsa kendisi de ‘yandaş yazar’ kontenjanından arzı endam ediyordu ekranlarda. Bir ara akil adam kontenjanından epey bir takdir de toplamıştı iktidar çevrelerinden. Sandı ki arkadaşına yapılan haksızlığı bir çift kelam ile çözer ve mesele hemen tatlıya bağlanır.
Ne oldu? Biraz da eşinin teşvikiyle cesaretini toplayıp girdiği arabuluculuk görevi tam bir fiyaskoya dönüştü. Bir iki resmi temas kurdu, ümitlendi önce; ancak bir noktaya geldiğinde kulağını iktidarın elinde buldu. Ve ona dendi ki: “Aklını başına al. Arkadaşına yapılan işlem bizzat patronun emridir.” Adam dondu kaldı. Gözlerinin ferinde ne solculuk yıllarından kalan cesaret kırıntısı kaldı; ne akil adam döneminde ortaya koymak için çırpındığı bilge pozlarına devam edebildi.
Tam bir şok! “Bütün bunlar oluyor ama eminim onun haberi yoktur” tarzında kendi kendine ve etrafındaki kadim akil adamlarla yaptığı terapi eriyivermişti çünkü. Şimdi en yakın meslektaşlarına dert yanıyor ve “Beni bu işe niye karıştırdınız, ya beni de listeye dahil ederse?” deyip duruyormuş. Ankara gazetecileri bu fısıltıyı duyar da Saray ahalisi duymaz mı? Kimisi acıyor kırk yıllık gazeteciye kimi de kıs kıs gülüyor. Adamın listelerden habersiz olmasına gülüyorlar…
Liste?! Evet bir liste var ortada.
Gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, işadamları, siyasetçiler… En uzaktan en yakınına kadar hemen her kesimden insanların isminin yazılı olduğu bir kara liste var ve o meşum sayfalar genişledikçe genişliyor. Her gün yapılan eklemelerin ön çalışmasını yıllar önce MİT başlatmıştı. Bürokrasiden başlayan o çalışma neredeyse bütün Türkiye’yi üç renge bölmüş, o renkler üzerinden herkes fişlenmişti. Cemaatler, Aleviler, Kürtler, solcular, sağcılar, liberaller…
Fişlemeler ilk başladığında Türkiye’nin hala AB yolunda yürüdüğünü sanan partinin etkili öncüleri soluğu liste emrini veren şahsın yanında almıştı. Ona, “Bir liste hazırlanıyormuş, Efgan da başı çekiyormuş, bürokraside bu konu ayağa düşmüş” gibi laflar sarf edildiğinde şu yalan cümle ile hepsi geri gönderilmişti: “Benim haberim yok. Bir bakayım; şayet doğruysa gereğini yaparım.”
O etkin kişiler de bu lafa inanmış, herkese “Yok böyle bir şey, kim uyduruyor bu yalanları?” demişti. Şimdi onlar da bu listede. Daha ötesi onlar hakkında da “Bunları kelepçeli görmek istiyorum!” diye emir verdiği daha yeni yazıldı/söylendi. Kaç zamandır bekliyorum en küçük yalanlama yapılmadı. Sebebi gayet açık: O kara listenin asıl sahibi olan kişi, bizzat eklemeler çıkarmalar yapıyor ve aile şirketi gibi çalıştırdığı devletin ajanlarını bu işe yönlendiriyor.
“Onca işin gücün arasında adam kalkıp bu ıvır zıvır liste ile mi ilgilenecek?” diyenlere bir belgesel öneririm: Üç Diktatörün Bir Günü. Yerim kalsaydı o enteresan belgeselden bahsetmek isterdim. Belki bir sonraki yazıya oradan başlarız ve görürüz ki belli bir tipin en zevk aldığı işlerden biri, her gün tek tek listelere göz atmak, bazı kişilerin kaderi hakkında karar vermek…
Tarih tekerrürden ibaret denmemiş miydi?
Sarsıntı o kadar etkiliydi ki Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu, bir Avrupalı mevkidaşına “Endişeye gerek yok; bir yanlışlık olmuş, bir haftaya kalmaz düzeltiriz” deyip sözler vermek zorunda kaldı. Sanıyordu ki koskoca dışişleri bakanı olarak kendisi devreye girecek; tereyağından kıl çekercesine sorunu çözecek. Tereyağından kıl çıkmadı ama başka bir şey karşısına dikiliverdi…
Aradan haftalar geçtikçe, Çavuşoğlu verdiği sözün buharlaştığını gördü (pek çok bakan gibi o da) bir kere daha yutkundu, sustu, pustu. Neden mi? sebebi malum. Ortada bir suç yoktu ama emir büyük yerden geliyordu. Oradan bir emir geldi mi, akan sular duruyor, malum. Bakanmışsın, başbakanmışsın vs. hiçbir önemi yok. Hele savcılar, hakimler, HSYK üyeleri! ‘Beyefendi’den’, ‘Reisten’, ‘Patrondan’ dendi mi, artık adamların beti benzi atıyor, rengi soluyor yargıçların.
Neyse biz olayımıza dönelim: Avrupa’da uzun yıllar önemli görevlerde bulunmuş, Türkiye’ye büyük hizmetler yapmış bir kişiye reva görülen özgürlük kısıtlaması, Avrupa’da büyük yankı uyandırdı. 170’in üzerine çıkan tutuklu gazeteciler, medya kuruluşlarına yapılan baskınlar, gazete/tv kapatma kararları vs. durumun ne kadar vahim olduğunu yeterince kanıtlıyordu aslında; ancak insanlar hemen herkesin bildiği bir entelektüele yapılanları yine de yadırgadı. 15 Temmuz sonrası yapılan saçma gözaltı kararları, pasaport iptalleri, tutuklamalar zaten korkunç bir kıyım yapıldığını yeterince anlatıyordu ama hemen herkesin bildiği insanlara bile ‘Cemaat’ suçlaması yapıp hukuksuz işlem yapılması olayın ne kadar irrasyonel bir savrulmaya doğru gittiğinin göstergesiydi.
İktidar, “Yargı bağımsız biz ne yapabiliriz” gibi bir yalana başvurarak kargaların bile güleceği bu teze Batılıların inanacağını sanıyor. Kimse kanmıyor bu çiğ yalana ve herkes biliyor ki hemen her bireyin akıbetini bir kişi ve etrafındaki şakşakçı takımı ayarlıyor.
Bu acı gerçeğe hala inan(a)mayan saf yazar çizer takımı da var. İşte onlardan biri, yazının başından beri koordinatlarını verdiğim olayı çözmek için kollarını sıvadı. Kadim dostu olarak nitelediği mağdur yazara sahip çıkmak için devreye girdi. Ne de olsa kendisi de ‘yandaş yazar’ kontenjanından arzı endam ediyordu ekranlarda. Bir ara akil adam kontenjanından epey bir takdir de toplamıştı iktidar çevrelerinden. Sandı ki arkadaşına yapılan haksızlığı bir çift kelam ile çözer ve mesele hemen tatlıya bağlanır.
Ne oldu? Biraz da eşinin teşvikiyle cesaretini toplayıp girdiği arabuluculuk görevi tam bir fiyaskoya dönüştü. Bir iki resmi temas kurdu, ümitlendi önce; ancak bir noktaya geldiğinde kulağını iktidarın elinde buldu. Ve ona dendi ki: “Aklını başına al. Arkadaşına yapılan işlem bizzat patronun emridir.” Adam dondu kaldı. Gözlerinin ferinde ne solculuk yıllarından kalan cesaret kırıntısı kaldı; ne akil adam döneminde ortaya koymak için çırpındığı bilge pozlarına devam edebildi.
Tam bir şok! “Bütün bunlar oluyor ama eminim onun haberi yoktur” tarzında kendi kendine ve etrafındaki kadim akil adamlarla yaptığı terapi eriyivermişti çünkü. Şimdi en yakın meslektaşlarına dert yanıyor ve “Beni bu işe niye karıştırdınız, ya beni de listeye dahil ederse?” deyip duruyormuş. Ankara gazetecileri bu fısıltıyı duyar da Saray ahalisi duymaz mı? Kimisi acıyor kırk yıllık gazeteciye kimi de kıs kıs gülüyor. Adamın listelerden habersiz olmasına gülüyorlar…
Liste?! Evet bir liste var ortada.
Gazeteciler, yazarlar, akademisyenler, işadamları, siyasetçiler… En uzaktan en yakınına kadar hemen her kesimden insanların isminin yazılı olduğu bir kara liste var ve o meşum sayfalar genişledikçe genişliyor. Her gün yapılan eklemelerin ön çalışmasını yıllar önce MİT başlatmıştı. Bürokrasiden başlayan o çalışma neredeyse bütün Türkiye’yi üç renge bölmüş, o renkler üzerinden herkes fişlenmişti. Cemaatler, Aleviler, Kürtler, solcular, sağcılar, liberaller…
Fişlemeler ilk başladığında Türkiye’nin hala AB yolunda yürüdüğünü sanan partinin etkili öncüleri soluğu liste emrini veren şahsın yanında almıştı. Ona, “Bir liste hazırlanıyormuş, Efgan da başı çekiyormuş, bürokraside bu konu ayağa düşmüş” gibi laflar sarf edildiğinde şu yalan cümle ile hepsi geri gönderilmişti: “Benim haberim yok. Bir bakayım; şayet doğruysa gereğini yaparım.”
O etkin kişiler de bu lafa inanmış, herkese “Yok böyle bir şey, kim uyduruyor bu yalanları?” demişti. Şimdi onlar da bu listede. Daha ötesi onlar hakkında da “Bunları kelepçeli görmek istiyorum!” diye emir verdiği daha yeni yazıldı/söylendi. Kaç zamandır bekliyorum en küçük yalanlama yapılmadı. Sebebi gayet açık: O kara listenin asıl sahibi olan kişi, bizzat eklemeler çıkarmalar yapıyor ve aile şirketi gibi çalıştırdığı devletin ajanlarını bu işe yönlendiriyor.
“Onca işin gücün arasında adam kalkıp bu ıvır zıvır liste ile mi ilgilenecek?” diyenlere bir belgesel öneririm: Üç Diktatörün Bir Günü. Yerim kalsaydı o enteresan belgeselden bahsetmek isterdim. Belki bir sonraki yazıya oradan başlarız ve görürüz ki belli bir tipin en zevk aldığı işlerden biri, her gün tek tek listelere göz atmak, bazı kişilerin kaderi hakkında karar vermek…
Tarih tekerrürden ibaret denmemiş miydi?