17 Aralık soruşturmasının baş şüphelisi İran asıllı iş adamı Reza Zarrab’ın 19 Mart’ta ABD’de tutuklanması ve ortaya saçılan iddialar Türkiye’de bastırılan tartışmaları da yeniden başlattı.
Hükümet cenahının büründüğü derin sessizliğe karşın yurdum insanının yarısı ABD’deki dava konusunda algı operasyonlarına boyun eğmişe benziyor. Konu her açıldığında, “Bakın ne güzel işte İran’ın paralarını almışız. Ülkeye para girmiş. Ne var bunda?” deyiveriyor.
Bu yaklaşım, birkaç açıdan ciddi sorunlu.
Birincisi; “İran’ın parasını almak” meselesi ABD tarafından ambargoyu delme, kara para aklama ve terör örgütlerine destek çerçevesinde değerlendiriliyor. Şimdiye kadar ortaya çıkanlara göre, Türkiye’de kamu bankaları dahil bazı bankalara milyarlarca dolarlık fatura kesilmesi söz konusu.
İkincisi; 17 Aralık soruşturması ve Amerika’da ortaya çıkan iddialar, İran’ın parasının bazılarının algılattığı gibi milletin değil, birilerinin cebine gittiğini gösteriyor. Merak eden, o paraların ayakkabı kutuları içinde hangi adreslere yolculuk ettiklerinin ses ve görüntü kayıtlarına internette ulaşabilir. Bazı devletlularımız İran ambargosunu kendileri için fırsata dönüştürmüş.
İran eski Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti’nin yakın çalışma arkadaşı Dr. Asgar Ferdi’nin 10 Haziran’da Yeni Hayat’ta yayınlanan röportajında söyledikleri de birilerinin bu işi nasıl fırsata dönüştürdüğünü gösteriyor: “Türkiye’de altın ve döviz dolu TIR’lar kayboluyordu.”
Peki, İran ambargosu Türkiye için fırsata dönüştürülebilir miydi? Elbette. Bakınız 17 Aralık soruşturmasını yürüten ekipten eski Mali Şube Müdür Yardımcısı Yasin Topçu bunu şöyle izah ediyor: İranla olan ticaretimizdeki ödemeleri, ambargoyu Reza Zarrab’ın kurduğu sistemle delmek yerine, ambargonun bize sunduğu fırsatı değerlendirerek ihracat yapıyor olsaydık, tarım ürünlerinde endüstriyel ürünlerde ve tıbbi ürünlerde bir yılda yaklaşık 12 milyar dolar ihracat yapma şansımız olacaktı. Bu, söz konusu sektörlerdeki herkesin para kazanması ve devlete de vergi ödemesi demekti.”
Üçüncüsü; bu dava nedeniyle İran’ın terör örgütlerini destekleme faaliyetlerine yardım etme suçlamasıyla karşı karşıya kalabiliriz. Böyle bir durumda, komisyon/rüşvet alan yetkililer kadar kullanılan kamu bankası/bankalara ciddi faturalar çıkabilir. Bunu da yine millet ödeyecek.
ABD’nin California eyaletinde geçtiğimiz günlerde açılan ve Kuveyt Türk Katılım Bankası’nın Irak ve Suriye’de Süryanilere soykırım uygulayan IŞİD’in finansal faaliyetlerine yardımcı olmakla suçlandığı dava işin nerelere kadar uzanabileceğini gösteriyor.
Dördüncüsü; tüm bu tartışmaların ortasında gözden kaçan bir de Suriye boyutu var. Reza Zerrab’ın devletlularımızı önüne yatırarak Tahran’a para akıttığı dönemde İran özel birlikleri Suriye’de Esed rejimiyle birlikte yüz binlerce kişinin katledilmesine yardım ediyordu. Yani, akladığımız İran parası, Suriye muhalefetine mermi ve varil bombası olarak dönüyordu. 3 milyon Suriyeli Türkiye’ye akın ederken Başbakan Erdoğan meydanları Ey Esed! diye inletiyordu. Hatta, 29 Ocak 2014’te gittiği Tahran’da “Kendimizi ikinci evimizde hissediyoruz.” dahi diyordu.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Reza Zarrab davasıyla ilgili olarak 29 Mart’ta yaptığı ilk açıklamada “Ülkemizi ilgilendiren bir konu değil. Kara paranın babaları Pensilvanya’da duruyor.” demişti.
İran’ın yeni Ankara Büyükelçisi Fard ise hafta sonu gazetecilere “Bu şahıs ve bu dava Türkiye’yi ilgilendiriyor.” dedi.
ABD’den gelen ve 75 yılla yargılanan Reza Zarrab’ın az ceza almak için ortaklarını açıklayacağını duyuran haberler söz konusu davanın kimi ilgilendirdiğini öğrenmek için yıllarca beklemeyeceğimizi gösteriyor.