MEHMET KAMIŞ
Gecenin berraklığını, salkım saçak yıldızları hatırlıyorum. Mevsimin yazdan, güze döndüğü bir Ekim günüydü. Zifiri karanlığı, otobüsün kıvrıla kıvrıla giden yolda ilerleyişini ve yere inecek gibi duran yıldızların göz kırpışını. Yoksa ‘Uzunyayla’da yıldızlar yeryüzüne daha mı yakın’ diye düşündüğümü hatırlıyorum. Annemi Ankara’da ablamın yanına bırakacağım, sonra da ben İzmir’e devam edeceğim. 17 yaşındaydım ve hayatımın en önemli yolculuklarından birine çıkıyordum. Üniversite okumaya İzmir’e gideceğim. İzmir uzakta, taa uzayda bir şehir. Bu ülke de olabilecek en uzak ve bana en yabancı şehir. Her şeyiyle bir bilinmez. Her şeye dayanılır, yalnız yaşamaya, gurbetliğe, hiç bilmediğim bir kültüre… Ama anneden nasıl ayrılır insan?
Bu annemle ilk şehirlerarası yolculuğumdu. Annem zaman zaman geçmişte yaşadıklarıyla ilgili hatıralarını anlatırdı ama o gün bütün bir yolculuk boyunca hayatını anlatmıştı. Çocukluğunu, çocuklukta yaşadığı zorlukları, dokuz yaşında annesiz kalışını, üvey annesinin kendisine yaşattıklarını, gelin geldiği evde o annesizliğin nasıl babasızlığa dönüştüğünü, babasızlığın ne demek olduğunu, arkasında dayanağı olmayan kadının el kapısında nasıl ezildiğini uzun uzadıya anlatmıştı.
Şimdi daha iyi anlıyorum ki bu annesizlik annemin hayatının en derin yarası olmuştu, öyle ki annem daha sonraki hayatında sadece bir şey olmayı tercih etmişti. Anne olmayı. Kendi yaşadığı annesizliği, çocuklarına yaşatmamak için her şeyden, kendisinden bile vazgeçmişti.
Ne kocası vardı hayatında, ne arkadaşları, ne babası ne de kendisine ait herhangi bir şey. Hatta kendisi bile yoktu. Annem için hayatta sadece ve sadece çocukları vardı. O gün bütün çocuklarını tek tek bir daha anlatmıştı. Onları ne zirinkirlikle (zorluk, güçlük, sıkıntı) büyüttüğünü, tek başına hayata nasıl direnmek zorunda kaldığını uzun uzun bir daha anlatmıştı.
Kardeşim Yücel’i karnında taşırken merdivenden düşüp ayağını kırmasını, doktorların ayağında kalıcı rahatsızlık olmaması için çocuğu almak istemelerini ve buna nasıl itiraz edip direndiğini, ayağının sakat kalması pahasına onu dünyaya getirdiğini. O sırada Hastanede yattığından dolayı ablalarımın da beni kendisinin tülbentini koklatarak uyuttuklarını anlatmıştı.
Şimdi yine aynı yoldayım. Aradan tam 32 yıl geçmiş ve ben bu kez annemi defnetmeye gidiyorum. Hastaydı ve yaşlıydı ama yine de bu tahammülsüz acı nedendir? Hastalığında bütün yükü küçük kardeşin üzerine yıkıp ortadan kayboluşumun ezikliği midir içimdeki, yoksa anne kaybetmenin yaşı olmazmış gerçeği ile yüzleşmek midir?
Şimdi bir imkanım olsaydı o güne gitseydim. O günden sonraki 30 yıl boyunca kendisini bekleyenleri anlatsaydım. Sen geçmişini anlattın ben de geleceğini anlatayım deseydim, bir gün gelecek beni tanımayacaksın deseydim ne derdi? Gün gelecek benden hatırladığının sadece bu yolculuk olacağını söyleseydim. Bir gün gurbet elden seni ziyaretine geldiğimde kim olduğumu bilmeden, iki elinle yanaklarımdan tutacak ‘’Seni öz oğlum gibi severdim sen neden bizi bırakıp İzmir’e gittin diye sitem edeceksin’ deseydim ne derdi acaba? İki yıl sonra ayağını sakat bırakma pahasına dünyaya getirdiğin Çakır gözlü Yücel’i toprağa vereceğini ve onun ruhu rahatsız olur diye arkasından hiç ağlamayacağını. Bu yüzden göz pınarlarını kurutacağını… Evladını bir kere, kendini dokuz kere toprağa vereceğini.. 10 yıl sonra bir başka evlat acısıyla yüreğinin dağlanacağını…
Birden ne yapacağını bilmez bir şekilde paniklerdin biliyorum. Bir kabustan uyanmış gibi, söylediğimin sadece kötü bir rüya olduğunu düşünür, besmele çeker, hayırdır inşallah der ve her kötü rüyayı yorumladığın gibi Besmele çekip kimseye anlatmamamı isterdin.
Annem annem.. 79 yıllık hayatına ne büyük kederler sığdırdı. Büyüttüğü sekiz çocuğunu da ne damatlarına verdi ne de gelinlerine. Hiçbir evladının kendisinden gitmesine müsaade etmedi. Hele kaybettiği evlatlarını hiç ama hiç bırakmadı. Bir İran filminde 50 yıl boyunca her gün Hazar Denizi’nin kıyısına gelip suda boğulan kızını anan anneyi izleyince, orada annemi gördüm sandım. Annem kaybettiği çocuklarını anmadığı bir gün geçirmedi. Bir gün yatsı namazından sonra uzun uzun dua edip tespih çektikten sonra, dedi ki bana: “Ablanı ve Yücel’i anmadığım, dua etmediğim bir gün geçirirsem onlara çok büyük ihanet edecekmişim gibi geliyor. 25 senedir kardeşini, 15 senedir ablanı anmadığım, onlara dua etmediğim bir gün geçirmedim”.
Yine yoldayım. Tıpkı annemden ayrıldığım gün olduğu gibi. Uzunyayla’nın yıldızları yine aynı şekilde parlak mı göremiyorum ama Erciyes yine öyle tepeden bana bakıyor. Bu kez onu defnetmeye gidiyorum ama yine de, yolculuğumu onunla yapıyorum. Annemle geçen 49 yıllık hayatım gözlerimin önünden şerit gibi geçiyor. Bu acıya yolculuk bile iyi gelmiyor. Ama yine de en iyi sığınak yol. Kendi başına acıyı yaşamanın en iyi yolu!