Birkaç ay önce dünya medyası Lech Walesa hakkında ilginç bir haber paylaştı. Türkiye’de yankısı çok olmadı tabii ki. Kendi derdiyle boğuşan bir ülke burası. O kadar günübirlik yaşıyoruz ki ne maziden ibret alabiliyor; ne istikbal için planlama yapabiliyoruz.
Her neyse; bahsettiğim habere dönelim: Polonya eski Cumhurbaşkanı Walesa’nın komünist dönemde istihbarat servisine çalıştığına dair belgeler ortaya çıktı. İddia eski ama belgeler yeni. ‘Bolek’ kod adıyla muhbirlik yaptığı iddia edilen Walesa daha önce gizli servisle bir anlaşma imzaladığını kabul etmiş; ancak anlaşmanın hayata geçmediğini ve kâğıt üzerinde kaldığını savunmuştu. Konu mahkemeye intikal etmiş, 2000 yılında delil yetersizliğinden dolayı dava düşmüştü.
Komünist Parti döneminde içişleri bakanlığı yapmış General Czeslaw Kiszczak’ın ölümünden sonra evinden çıkan belgeler muhbirlik tartışmasını yeniden alevlendirmiş oldu. Polonya Ulusal Anma Enstitüsü, Walesa’nın el yazısı ile kaleme alınan bazı belgelere ulaşıldığını söylüyor. Ayrıca, Walesa’ya ödeme yapıldığına belgelerden bahsediyor.
Malum olduğu üzere, 70’li yıllarda tersanede elektrik mühendisliği yapan Walesa, aynı zamanda işçi hareketinin liderliğini üstleniyordu. O dönemdeki işçi eylemi kanlı şekilde bastırılmıştı. 1976 senesine dair ortaya çıkarılan bir belgede ise Walesa’nın Komünist Parti’yi eleştirmesinden dolayı sert bir şekilde uyarıldığı ve işten atılmakla tehdit edildiği anlaşılıyor.
Nereden mi geldi aklıma Walesa tartışması? Sağ olsun Rotterdam Konsolosluğumuz(!) Hollanda’da yaşayan vatandaşlarımıza e-posta atarak cumhurbaşkanı hakkında hakaret içerikli paylaşım yapanların ihbar edilmesini istemiş. Bir de tarih vermiş; mesai bitimine kadar ihbarın konsolosluğa ulaştırılması gerekiyormuş. Devlet ciddiyetine (!) bakar mısınız?
Şaşırdık mı? Hayır! Birkaç senedir ‘muhbir vatandaş’ modeli hemen her seviyede teşvik ediliyor. Erdoğan’ın bilmem kaçıncısı yapılan muhtarlar toplantısında söylediği şu cümle tarihin hafızasına çoktan kazındı: ‘Benim muhtarım, hangi evde kim var; gelecek gayet uygun ve sakin bir şekilde kaymakamına, emniyet müdürüne bildirecek’. Bu konuşma çok ağır eleştirilere neden oldu; çünkü muhbirin kimi hangi maksatla ispiyonlayacağı, hangi haksızlıklara neden olacağını kestirmek mümkün değil.
Anlaşılan o ki Seferberlik Tetkik Kurulu’na rapor verdiği ve on binlerce olduğu iddia edilen kişilerin fişlemeleri, birilerince yeterli bulunmuyor.
Her seviyede yapılan teşvikler sonrasında ispiyonculuk yaygınlaşıyor. Eski bir hikâyedir bu aslında. Bütün baskıcı dönemler zayıf karakterli insanların sırtına binerek hedefine ulaşmayı planlar. Ne var ki hiç bir baskıcı düzen, sonsuza kadar ayakta duramaz.
İhbarlar nedeniyle başlatılan soruşturmalar, incelemeler, davalar sürüp gidiyor şimdilerde. Bir çırpıda hatırladıklarım: Parkta sohbet eden bir kişi cumhurbaşkanına hakaret suçlaması ile gözaltına alındı. Adamın biri, 7 ay önce havaalanında ‘Bir gazete yöneticisinin Cumhurbaşkanı’na hakaret ettiğini duydum’ dedi ve savcı ciddiye alıp soruşturma başlattı. Memduh Boydak’ı bir çalışanı ‘Cumhurbaşkanına hakaret ettiğini duydum’ diyerek ihbar etti, savcılık işlem yaptı. Yüzlerce örnek var; saymakla bitmez…
Hakkını teslim edelim; hiç bir muhbir, karısını savcıya şikayet eden adam kadar olamadı. İhbarcılığa çağ atlatan (!) TIR şoförü, karısının sesini kaydediyor; savcılığa giderek şikâyet dilekçesi veriyor. Bu adamın motivasyonu ve beklentisi komedi filmlerine malzeme olacak kadar zengin.
İşin şakası bir yana, durum vahim; çünkü muhbir vatandaş modeli, heyula gibi insanlar üretir sürekli. Bütün diktatörlüklerde sistem insanları birbirinin kurdu yapar. Aile içinde bile ihbar mekanizmaları kurulur.
Peki, böyle sinsi bir sistem kurulur da ne olur? Hiç bitmeyecek sanılan kâbus bir gün mutlaka sona erer. Ve belgeler konuşmaya başlar artık. Walesa bile olsanız arşiv gelip yakanıza yapışır. Nasıl mı? Müsaadenizle bunu bir başka yazıya havale edelim.
n.apak@yenihayatgazetesi.com