Müstahakını Vefan kadar Bulasın Ey Anadolu!..

Yorum | Bülent Keneş

Çocukluğumda evde, sokakta büyüklerin konuşmalarına kulak misafiri olurdum. Aralarında olmayan bazı üçüncü şahıslardan bahsederken sıklıkla “iyi biri, kimseye bir zararı yok,” ya da kestirmeden “zararsız biri” dediklerini duyardım. Bir insanın iyi bir insan olduğunu ifade için “kimseye bir zararı yok,” “zararsız” gibi ifadeleri daha o zamandan mı tuhaf bulmaya başlamıştım, yoksa bunu yaşım ilerledikçe mi yapmıştım tam hatırlamıyorum. Ancak, insanların iyiliğinin başkalarına zarar vermemeye indirgenmesinin tuhaflığı ortadaydı.
Ya peki, insanlar ve toplum için bir fayda üretme, başkalarına maddi-manevi katkıda bulunma, özveriyle, fedakarlıkla başkalarının müşküllerinin giderilmesine yardımcı olma, tanıdığınız tanımadığınız insanlara hayırda ve iyilikte bulunma… İyi insan olmanın bunlar neresindeydi? Daha da ötesi, yapılan bu iyilikler, hayırlar ve kendileri için girişilen fedakarlıklar karşısında asgari seviyede bile olsa bir vefa hissi duymak ve iyi olduklarını bildiğini insanlara karşı girişilen haksızlıklar, hukuksuzluklar, zulümler karşısında o vefa hissinin gereğine göre tavır almak iyi insan olmanın neresine düşerdi?

Unutulmasın ki Boydakların da Ayşe öğretmenlerin de fedakarlıklarını, insanlıklarını ve bunların karşısında maruz kaldıkları en alçağından zulümleri sadece tarih değil kiramen katipleri de kaydediyor. Tıpkı özelde Kayseri ahalisinin, genelde ise Anadolu insanının kendi evlatlarını harami yamyamlara yem eden bu vefasızlığını, vicdansızlığını, gördüğü iyiliğe kötülükle cevap veren nankörlüğünü kaydettiği gibi.. Ne diyelim, müstahakın vefan kadar olsun ey Anadolu, ey Kayseri!..

VEFASIZLIĞIN, KADİR BİLMEZLİĞİN, NANKÖRLÜĞÜN BÖYLESİ…
Küresel bir iyilik hareketi olan Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş insanların, Anadolu’nun “kimseye zararı yok,” zararsız”a kadar düşürdüğü iyi insan olma halini düştüğü yerden kaldırıp, büyük fedakarlıklar ve özverilerle donatmasının karşılığı bu mu olmalıydı? Öğretmeninden iş adamına, yani iyilik kervanına dahil olmak için maddi imkanlarını ortaya koyanından tüm hayatını aynı yola harcayanına varıncaya kadar sırf yaptıkları hayır ve iyiliklerden dolayı bugün zulme uğrayan yüzbinlerce insana yapılan vefasızlığın, nankörlüğün, kadir bilmezliğin bu kadar kesif, bu kadar yaralayıcı olabildiği başka bir zaman dilimi var mıdır acaba?
Geçenlerde pek çoğumuz gibi çalıştığı televizyonların yanısıra varı yoğu gasp edilmiş sevgili meslektaşım Fatih Akalan’ın Youtube kanalı üzerinden yaptığı bir söyleşiye denk geldim. İki küçük çocuğu ve kendisi gibi öğretmen olan eşiyle birlikte İslamofaşist Erdoğan rejiminin zulmünden kaçarken Meriç’in soğuk sularında yitip giden Ayşe Öğretmen’in yine kendisi gibi öğretmen olan arkadaşı Fatma Gündüz’le konuşuyordu.
Meriç’in yitiği Ayşe Abdurrezzak ile 1999’dan beri arkadaş olan, üniversiteyi birlikte okuyan, yüksek lisansı birlikte yapan Fatma Hanım, kendisini “mükemmel bir insandı, çok azimliydi, gayretliydi, hiçbir işi yarım bırakmazdı, çok titiz çalışırdı, yapılan işin bir kenarından tutmazdı, çevresindekileri de cesaretlendirirdi,” şeklinde anlatıyordu. Fatma Gündüz’ün ifadeleriyle Ayşe Öğretmen, “Çok zorluklar, çok zor yıllar yaşamıştı. Yıllarca yırtık bir ayakkabıyla okula gidecek kadar fakir bir ailenin çocuğuydu.” Okumuştu ve çok iyi, çok başarılı bir öğretmendi artık ve haftasonlarını bile öğrencileriyle ilgilenerek geçirir olmuştu.
AYŞE ÖĞRETMEN’İN HİKAYESİ ONBİNLERİN HİKAYESİDİR…
Peki uyduruk bir lastik botla ülkesinden kaçmak zorunda kalacak ne suç işlemişti Ayşe Öğretmen? Arkadaşı Fatma Gündüz anlatıyor: “KHK ile atıldı, uzunca bir süredir öğretmenlik yapamıyordu. Atılmalarından 4 ay sonra eşi Uğur Abdurrezzak gözaltına alındı, cezaevine girdi. Bir ay sonra da kendisi gözaltına alındı. Bir bebeği vardı. O zamanlar 1,5 yaşındaydı. Gözaltından çıktı, ama hakkında bir başka dava daha açılmıştı. İki ayrı mahkemesi vardı. Eşi cezaevindeyken sürekli mahkeme peşinde koşmak zorunda kaldı. Avukat tutacak gücü yoktu. 10 yıllık borçları vardı. Ne eşinin ne de kendi ailesinin maddi durumları iyi değildi. Çanta satarak evinin geçimini sağlamaya çalışıyordu. Yaşlı bir insan olmasına rağmen kayınpederi, fırında çalışarak onların borcunu ödemeye çabalıyordu.”
Fatma Gündüz devam ediyor: “Biz üç samimi arkadaştık. Biz ikimiz şu an buradayız (yurtdışında). (Ayşe) çok sıkılmıştı. Kastamonu’daydılar. Eşi cezaevinden çıktıktan sonra kendisi gibi cezaevinden yeni çıkmış bir arkadaşını yeniden tutuklamışlardı. Üzerlerinde onun paniği, psikolojisi vardı. Ayşe’nin de Nisan ayının ilk haftasında karar mahkemesi olacaktı. Cezaevine girme riski vardı. Neresinden bakılırsa bakılsın ülkeden gitmelerini gerektirecek tüm şartlar oluşmuştu. İş yok güç yok. Mahkemeler… Cezaevleri… Avukat tutacak bile paranız yok… (Olay günü) duyduğumda inanamadım. Telefonla aradım, telefonu hala çalıyordu…”
Fatih’in “Siz neden çıktınız?” sorusuna da Fatma Gündüz şöyle cevap veriyordu o yayında: “Benim eşim de 10 ay cezaevinde kaldı. Çok zor günler geçirdik. Cezaevinden çıktı, ama yeniden arama kararı da çıktı. Benimle alakalı da sürekli şikayetler oluyordu. Ayşe Hocam’la bir dernekte birlikte çalışıyorduk. Ben velilerle, Ayşe Hocam talebelerle ilgili programlar yapıyorduk. (Dernekle ilgili) idari soruşturmalar yapılıyordu. Her sabah o gün başımıza ne geleceği endişesiyle uyanıyorduk. Eşime yeniden yakalama kararı çıkmıştı. Başka bir yerde saklanmak zorunda kalıyordu. Biri 3, diğeri 11 yaşındaki iki çocukla büyük sıkıntılar yaşadık. Artık orası bizim için bir cehennem gibiydi. Arkadaşlarımızı alıp götürüyorlardı. Kardeşimi almışlardı en son. Ablam da ben de aynı yollarla çıktık yurtdışına. Çıkarken ablam 7 aylık hamileydi. Pasaportumuz elimizden alındığı için biz de Meriç’ten çıktık. Üç kardeşiz. Biz çıkarken erkek kardeşim gözaltındaydı. Kolay şeyler değil vatanınızı yurdunuzu terketmek… Evime giremedim. Özel eşyalarımı bile alamadım. Herkesin bir hikayesi vardır. Ayşe Hocam da bu hikayelerden biri…”
TERÖRİSTLİK, İNSANLARA NASIL FAYDALI OLURUZ DİYE ÇALIŞMAKSA…
“Siz terörist misiniz?” sorusuna ise yıllarca öğrenci yetiştirmiş Fatma Öğretmen şöyle cevap veriyordu: “Zaten bizim en ağırımıza giden şey o. Tamam herşeyimizi kaybettik ama asıl bizim en ağırımıza giden ‘terörist’ damgası yemek. Hayatımızı tamamen öğrencilerimize nasıl faydalı oluruz merkezli kurduğumuz için ‘terörist’ damgası yemek bize yapılan en büyük zulümdü. Bu yaftanın arkasıdan günlerce kendimize gelemedik. En yakın dostlarımızın, birlikte pek çok şey paylaştığımız arkadaşlarımızın bizi arkamızdan vurması çok büyük bir zulümdü. Teröristlik… İnsanlara nasıl faydalı oluruz diye günlerce, haftalarca, aylarca çalışmaksa… Teröristlik buysa… Ayşe Hocam, başkalarının çocukları için koşturmaktan bebeği Münir’i bile emziremezdi. Şişelenen sütlerle kreşlerde büyüdü o çocuk…”

Küresel bir iyilik hareketi olan Hizmet Hareketi’ne gönül vermiş insanların, iyi insan olma halini düştüğü yerden kaldırıp, büyük fedakarlıklar ve özverilerle donatmasının karşılığı bu mu olmalıydı? Öğretmeninden iş adamına, tüm hayatını aynı yola harcayanına varıncaya kadar sırf yaptıkları hayır ve iyiliklerden dolayı bugün zulme uğrayan yüzbinlerce insana yapılan vefasızlığın, nankörlüğün, kadir bilmezliğin bu kadar kesif, bu kadar yaralayıcı olabildiği başka bir zaman dilimi var mıdır acaba?..

Peki, çocuklarıyla birlikte uğradıkları zulmün kurbanı olan Ayşe Öğretmen’in ve onun arkasından gözyaşı döken arkadaşı Fatma Öğretmen’in iyi birer insan olsunlar diye uğurlarına hayatlarını harcadıkları, bebeklerini bile ihmal ettikleri o öğrenciler, o öğrencilerin velileri nerede şimdi? Tanımıyorlar mıydı Ayşe Öğretmeni? Kim olduğunu, nasıl bir insan olduğunu bilmiyorlar mıydı Fatma Öğretmen’in? Onun ve ailesinin, ve onlar gibi onbinlercesinin yaşadıkları zulüm karşısında neden lal kesilip dilsiz şeytanlara dönmeyi tercih etmişlerdi? Vefa bu muydu?.. İnsanlık bu muydu?..
Çocuklarıyla birlikte Meriç’te yitip giden Ayşe ve Uğur öğretmenler, ülkesini gözü yaşlı terketmek zorunda kalan Fatma Öğretmenler, o klişe ifadeyle, Hizmet Hareketi’nin neresine denk düşüyorlardı acaba? Tavan mıydılar, yoksa taban mı? Sahi, aşağılık zalimlerin şeytan işi sınıflandırmasının ne önemi vardı ki? Ayşe Abdurrezzak da tıpkı eşi Uğur Abdurrezzak gibi, yokluk içerisinde güç bela okumuş, topluma faydalı olmaya çabalayan fakir Anadolu çocuklarıydı. Hani şu kendi has evlatlarına karşı vefasız, değer bilmez, nankör, tescilli bir alçağın peşinde masum insanların zulmüne ortak olan Anadolu’nun…
PEKİ BUGÜNE KADAR BOYDAKLAR’DAN KİM NE ZARAR GÖRDÜ?
Ya peki Boydaklar?.. Hadi başa dönelim ve bu aileyi girişte tuhaf bulduğum o kriterle değerlendirelim. Sıfırdan yola koyulup zirvelere yükselen, göz önünde oldukları 1970’lerden bu yana kendi ekmeklerini helalinden kazanmakla kalmayıp aynı anda 14 bin çalışanlarının, aileleriyle birlikte ekmek sahibi olmasına vesile olan Boydakların kime ne zararı dokunmuştu? Bir Allah’ın kulu çıkıp da, koca ailenin tek bir ferdi ile ilgili “Bize de bunların şu kötülüğü oldu!..” diyebiliyor mu?

Hacı Boydak’tan, Memduh Boydak’tan, Sami Boydak’tan, ailenin birbirinden mümtaz kadınlarından bugüne kadar iyilikten başka ne gördünüz ki her biriniz dilsiz şeytanlara döndünüz ey Kayseri halkı?..

Bu ülke, bu millet, daha da önemlisi Kayseri ahalisi Boydaklardan iyilikten, vefadan, kadirşinaslıktan, hayırdan başka ne gördü? Peki onlarca yıldır Boydaklar vesilesiyle işini, aşını bulan yüzbinlerce insan neden çıkıp da insan olmanın asgari gereğini yerine getirmiyor? Varlıkta şımarıp sevinmeyen, yoklukta kahredip dövünmeyen bu yiğit, bu fedakar Anadolu insanlarına azıcık olsun bir vefa göstermiyor? Vefa göstermek şöyle dursun, bazıları çıkıp yediği kaba pislemeyi, nankörlüğü ahlak ediniyor? Memleketin insan kalibresi sahiden bu mu? Ailenin işadamları kuşağının birinci nesli Mustafa ve Sami Boydak’ın, ikinci nesli Şükrü, Yusuf ve Hacı Boydak’ın emekleri gözünüze dizinize durmayacak mı sanıyorsunuz?
2014 yılı itibariyle 6,5 milyar TL’lik bir ciroya ulaşmış Boydakların iki nesil boyunca harcadıkları emeğin semereleri harami alçaklar tarafından talan edilirken neden cılız da olsa Kayseri’den bir ses yükselmiyor? Yoksa aranızdan çıkardığınız güya “en prestijli” adam olan Abdullah Gül gibi hepiniz mi dilinizi yuttunuz? İşlerine el konuldu sustunuz, evlerine el konuldu sustunuz, hayatlarına el konuldu sustunuz, şimdi çocuklarına, gelinlerine, torunlarına sıra geldi yine susuyorsunuz? Yazıklar olsun hepinize!..
A BRE KAYSERİLİLER, NEDEN BİRER DİLSİZ ŞEYTAN’A DÖNDÜNÜZ?
Hacı Boydak’tan, Memduh Boydak’tan, Sami Boydak’tan, ailenin birbirinden mümtaz kadınlarından bugüne kadar iyilikten başka ne gördünüz ki her biriniz dilsiz şeytanlara döndünüz ey Kayseri halkı? 2017 Ağustos ayındaki bir duruşmada Memduh Boydak şöyle diyordu: “26 yıl bu ülke için çalıştım. Kayseri’ye üniversite kazandırdık… Ben suç işlemedim. Yaşanan olay sonrası birçok kişi bize küfretti. Devletim ve milletim için canımı veririm ama haksız yere saçımdan bir tel alınırsa kimse kusura bakmasın orada dur derim… Birileri tarafından günah keçisi seçildik. Ahirette hakkımızı soracağız. MASAK raporları evlere şenlik. İnsanların adı başına bela olur muymuş? Gördük ki oluyormuş.”
Şükrü Boydak ise mahkemede şöyle diyordu: “Cezaevine girdim ve hafızam sıfırlandı. 35 polis aracının 10 tanesini Boydak ailesi olarak karşıladık… Bir sene önce trilyonluk adamdık, şimdi mağdur olduk. Bazı medya kuruluşları öküz altında buzağı arıyor. Terör örgütü üyeliği ile yargılanmam gururuma dokunuyor. Bir suçumuz varsa bizi cezalandırın. Ama bizim hiçbir suçumuz yok.”
Şükrü Boydak’ın tutuklu eşi 60 yaşındaki Aliye Boydak da 2017 Mayıs ayındaki bir duruşmada şöyle diyordu: “Ben muhafazakar bir ailenin kızıyım. Gurur duyduğum Şükrü Boydak’ın eşiyim. Hayatım boyunca hayırlı bir eş, vatana hayırlı bir insan olarak yaşadım. 60 yıllık hayatımda hep hayırlar yaptım. Şimdi o yaptığım hayırlar karşıma en ağır suçlamalar olarak geliyor.
Ben kapıma gelen herkese yardım ettim. Pazar günü dahi kapım açık, sofram hazırdı… Ben kimseden para toplamadım, ihtiyacım da yok. Ben eşimden para alır, onu bağışlardım… Bazı tanıklar bana abla denildiğinden bahsediyor. Benden küçüklerin bana böyle hitap etmesinden daha normal ne olabilir? ‘Aliye abla hoş geldin’ sözü beni terör örgütü üyesi mi yapar? İmam değilim, asla olmadım da… Ne imam olacak eğitimim var ne de kapasitem.”
HOLDİNG PATRONLARI GİBİ DEĞİL, SADE BİRER ANADOLU İNSANIYDILAR
Boydakları fazla tanımazdım. Bir ara yolum yurtdışına düştüğünde üçüncü kuşak Boydaklardan geçtiğimiz günlerde gözaltına alınan Sami-Sema Boydak çiftini yaşadığımız mahalde bize en yakın Türk aile olarak bulmuştum. Ara sıra görüşürdük. Diğer Boydaklar gibi bu genç çiftin de evleri herkese açıktı. Oturmalarından, kalkmalarından, konuşmalarından insanlık süzülen bu insanlardan sadece iyilik görebileceğinizi bilirdiniz.
Yıllar sonra, bir üniversitede konferans vermek üzere gittiğim Kayseri’de olduğumu duymuş, onca işi arasında gelmiş beni holding merkezindeki yemeğe davet etmişti. Ailenin diğer tüm büyükleri ile birlikte aynı sofrada bir öğlen yemeği yemiştik. Bugün tamamı haksız, suçsuz hapiste olan bu insanları, Türkiye’nin en önde gelen holdinglerinden birinin patronları gibi değil de, alelade, başı yerde mütevazi birer Anadolu insanı haliyle görmek beni hem şaşırtmış, hem de mutlu etmişti. Şimdi ise bu iyilik timsali insanların sadece kendilerine değil eşlerine, çocuklarına, gelinlerine bile alçakça zulmedilmesi karşısında bir şeyler yapamıyor olmanın kahrını yaşıyorum. Alçaklığın sınır tanımadığı bu süreçte Sema, Ayşe, Merve Boydak’ın şimdilik serbest kalmasına mı sevinsem, varları yokları ellerinden alınmış diğer aile fertlerinin hapse atılmasına mı üzülsem bilemiyorum.

Yok öyle bir şey de, sınırlarının nerede başlayıp nerede bittiği belli olmayan Hizmet Hareketi’nde farz-u mahal bir taban-tavan ayrımı olsaydı şayet, Meriç’te biten trajik hikayeleriyle o taban herhalde Ayşe-Uğur Abdurrezzak çifti olurdu. Bir de Hizmet Hareketi ile olduğu iddia edilen ilişkilerinden dolayı uğramadıkları zulüm kalmayan Boydaklar var tabii. O farz-u mahallik çerçevesinde Boydaklar taban mıdır, tavan mıdır ona da siz karar verin artık.
Benim nazarımda ise Hizmet Hareketi’nde ne tavan vardır ne de taban. Var olan sadece, konumları her ne olursa olsun, yaptıkları hayırlı işlerle göze gelen zulüm altındaki iyi insanlar… Kaldı ki, bu iyi insanların iyiliklerini ne tartacak bir kantar ne de bu insanları hiyerarşiye sokacak bir ölçek var. Bu iyilik ve hayır yarışında ne Boydaklar hikayesi Meriç’te biten Ayşe öğretmenlerden beridir, ne de Ayşe öğretmenler zulüm altındaki Boydaklardan geri. Belki bu sebepten olsa gerek maruz kaldıkları alçakça zulümlerin, gördükleri vefasızlığın da birbirlerinden yoktur bir farkı.
Ama unutulmasın ki Boydakların da Ayşe öğretmenlerin de fedakarlıklarını, insanlıklarını ve bunların karşısında maruz kaldıkları en alçağından zulümleri sadece tarih değil kiramen katipleri de kaydediyor. Tıpkı özelde Kayseri ahalisinin, genelde ise Anadolu insanının kendi evlatlarını harami yamyamlara yem eden bu vefasızlığını, vicdansızlığını, gördüğü iyiliğe kötülükle cevap veren nankörlüğünü kaydettiği gibi.
Ne diyelim, müstahakın vefan kadar olsun ey Anadolu, ey Kayseri!
(TR724)