Çarmıhların Gölgesinde Kardeşlik

YORUM | EMİNE EROĞLU
İsrailoğulları, Hazreti Musa’nın rehberliğinde Kızıldeniz’i geçerler. Fakat hala önlerinde uzun bir yol ve aşmaları gereken çetin bir çöl vardır. “Allah’ın rızkından yiyin için, fakat sakın yeryüzünde fesat çıkararak taşkınlık yapmayın!” (Bakara, 60) uyarısı da…

Hazreti Musa, kavmi için su arar ve gelen vahiyle asasını taşa vurur. O taştan İsrailoğullarının kabile sayısınca, on iki pınar fışkırır. Her kabile, kendine mahsus pınarı bilir ve suyunu içer, aralarında münakaşa çıkmaz.
Hadiseyi anlatan ayetteki, “Onlardan her biri meşrebini/su içme yerini bildi” (Bakara, 60) ifadesi, tasavvuf terminolojisinden çokça kullanılan “meşrep” kelimesine kaynak olmuştur.  Yani her hak yolcusunun meşrebi, onun manen beslendiği, âb-ı hayat içtiği kaynak, boyandığı manevi renktir. Yolunun temel karakteristiği.

O yüzden meşrebi, kişinin üslubundan tercihlerine kadar her davranışına yansır.
Ve bir kalp ve ruh terbiyesinden geçen herkesten, meşrebinin gereği ile amel etmesi beklenir.
ÖYLE BİR ZAMAN
Suların yataklarını terk ettiği, çoğu meslek ve meşrebin siyaset yatağında birleşip hizmet düşmanlığı üzerinden aynı huşunet denizine aktığı bir zamanı yaşıyoruz şimdi.
O huşuneti mazur göstermek için kaynakların bile yağmalandığı bir “âhir” zamanı.
Kendi geçmişini yalanlayarak var olmaya çalışanlarla bir “iyi niyet tarihi” yazmak mümkün değil.
Acımasızlık yarıştıranların, talandan bize ne pay düşer diye bekleşenlerin, ya da adalet talebini bile siyasete müdahale olarak görenlerin geleneğin varisleri olduğuna inanmak da öyle.
Neyi yitirdiklerini hatırlamayacak kadar asıldan uzaklaşanların geriye dönme şansı yok.
Geriye dönme şansı yok, ibnü’l vakt (vaktin çocuğu) olmayı beceremeyenlerin. Yürüdükleri yolu kirletenlerin…
Her yer toz duman.
Karanlığın içinde ışıldayan tek şey, zulme, zulme düşmeden gürültüsüzce direnenlerin inşa ettikleri iman kaleleri.
“Allah, taşları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saflar halinde, kendi yolunda savaşanları sever.” (Saff, 4) ayetinin işaret ettiği vifak bentleri, ittifak surları.
Mademki Efendimiz aleyhisselâtü vesselâm, ahir zamanın gariplerine “kardeşlerim” diye hitab etmiştir; kardeşlik, dişini sıkıp dayanan ıslahçılar için tek çıkar yoldur artık… Meşrebimiz ancak “hıllet” olabilir.
ÖYLE BİR ÜSTAD
Sadece o “çıkar yol”da yürümeyi başarabilenler “Ey oğul!” hitabını bilerek ve isteyerek “Ey kardeş!”e dönüştürmüş bir Üstad’ın talebeleri olabilirler. Değil mürşid ile mürid; baba ile oğul arasındaki ilişkiyi bile dikey ve hiyerarşik bulduğu için kendi meşrebi hesabına reddeden “eşitlikçi” bir Üstad’ın…
O Üstad ki, en çok da ittifakın üzerine titremiş, birlik ve beraberliği zedeleyenleri haklı da olsalar, hakkın hatırını kendi hatırlarına feda etikleri için haksız bulmuştur.
En küçük bir meselenin bile münakaşa üslubu ile konuşulmasına razı olmamıştır.
O Üstad ki, hepimizi aynı şahs-ı manevinin azaları olarak gördüğü için bizden kardeşleri adına ayıp örtücülükten daha fazlasını; fedakârlık, takdir edicilik ve civanmertlik beklemiştir.
Bu hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’deki kardeşlerinin meziyetlerini kendinde bilme ve faziletleriyle iftihar etmeyi ihlas düsturu, yani ihlasın sosyal hayattaki ölçü birimi (vahid-i kıyasi) olarak kabul etmiştir.
Talebelerini, “Sakın birbirinizden gücenmeyiniz ve tenkid etmeyiniz. Yoksa az bir zaaf gösterseniz, ehl-i nifak istifade edip sizlere büyük zarar verebilirler!” diye tembihlemiştir…
İşte o Üstad, Bediüzzamanlığın hakkını sadece imani hakikatleri tahkim ederek değil, imanın hayata nasıl hayat kılınacağını tespit ederek de vermiştir.

ÖYLE BİR KARDEŞLİK
Hıllet, şefkat ve tefekkürde Hazreti İbrahim’in parmaklarından su içenlerin meşrebidir. Şefkati hissî kardeşliğin, tefekkürü de mantıkî kardeşliğin esası olarak kabul edenlerin.
Uhuvveti hissîlikten daha çok irâdî bir mesele olarak gören ve gerçekleşmesi için azim ve gayret sarf edenlerin…
Onların lügatinde “büyük büyük” abiler, ablalar yok, sadece saf-ı evveli teşkil eden kahramanlar vardır. Hizmet-i imaniye ve Kur’aniye’de önde, ücrette geride duran, kendilerini kardeşlerine hâdim gören fedakârlar.
Onların zihninde “öyle olmasaydı böyle olmazdı” lar yok, sırf zulme boyun eğmedikleri için mazlumlara reva görülen çileler, kendilerine ve yakınlarına ödetilen bedeller vardır.
Ne kalanlar gidenlerden gariban, ne dışarıdakiler içeridekilerden hürdür.
Ne isteyip de gidemeyenler nasipsiz, ne Ege sularında boğulanlar sahipsiz.
Ne başlarına çuval geçirilerek kaçırılanlar himayesiz, ne canı gırtlağına gelenler sekinesiz.
Ne mallarına el konulanlar kayıpta, ne hicret edenler rahatta.
Ne hücredekinin hizmeti biter, ne gurbettekilerin hüznü.
Kardeşliği put sanıp da kırmaya kalkışanlara verilecek cevapları vardır.
İşkence de görseler iftiracı olmaz, tehdit de edilseler kardeşlerinin isimlerini gayra emanet etmezler.
Kaderin hükmünü kardeşlerinden sormaz, çekilen mağduriyetlerin hesabını mazluma fatura etmezler.
Dirilişin tarihini başkalarının menkıbeleri ile değil, kendi hikayeleri ile yazar, sabahı da baharı da duaları ile çağırırlar.
Ölüyorlarsa yaşatma sevdasıyla ölür, yaşıyorlarsa ölümü göze alarak yaşarlar.
İşte onlar, meşreplerince amel edenler, çarmıhların gölgesinde dahi olsalar kardeşliğin hakkını verenlerdir.