Bir Kardeşlik Öyküsü..

YORUM | EMİNE EROĞLU

Bir kardeşlik öyküsü benim öyküm. Kardeşlerimin öykülerine nispeten sıradan, fakat bir “yan hikayecik” olarak onların öyküleri ile bir yerlerde birleşip bütünleşiyor.
Tarihe tanıklık etse de, tamamlanmak için zamanın hükmünü bekliyor.
***
Pek çokları gibi, bir “darbe tiyatrosu” sonrasında, manen yeniden doğmak için sayısını bilmediğimiz kadar çok ölenlerdenim ben de…
Nefretten muhabbete, esaretten hürriyete, uzaktan yakına yolculuk ettim.
Her adımına, her nefesine şükürle mukabele ettim.
Daralmıştım, genişledim.
Varımı da, yoğumu da terk ettim.
Kargadan bile aptal “Kâbil”lerin galeyanından kaçarak hicret ettim…
O Kabiller ki, koca ülkede hiddet ve nefretlerini gömebilecek bir mezar bulamamışlardı da, bütün insani değerleri ayaklarının altına almışlığın şehvetiyle her yana saldırıyorlardı.
Aman Allah’ım! Aralarında daha dün aynı sofraya oturduklarım, rüyalarını yorduklarım, pişmanlıklarına, sadakat yeminlerine inandıklarım vardı.
Demir sopalarla zemine indirilmiş camların arasından topladım, fırlatılıp atılmış Kur’an-ı Kerim’imi, Kalbin Zümrüt Tepeleri’ni, Nakşî şeyhlerinin hayatını anlatan Hadâiku’l Verdiyye’yi. Genç bir ekiple birlikte nicedir planladığımız çocuk kitapları projelerini…
Annem babam, çoluk çocuğum yoktu. Ama benim yoktu. Ya olanlar… Birbirlerinden yırtılırcasına koparılıp götürülenler! Canı yakılan, kanı akıtılanlar? Bir komploya kurban edilenler?
Dayanılır gibi değildi.
Bizi himaye edebilecek herkes himayeye muhtaçtı artık.
Kendisine yönelen perakende hücumların toptan hücuma dönmesi üzerine Efendimiz’in (as) inkisar içinde, onu müşriklerin saldırılarından koruyan amcası Ebu Talib’in evine baktığı gibi bakıyorduk tarumar edilen hizmet müesseselerine.
“Bağrınızı açıp bizi koruyordunuz. Yokluğunuzu ne kadar da çabuk hissettirdiniz!” diye sesleneceğimiz hizmet abla ve abilerimiz vardı.
Artık hiçbirimiz güvende değildik.
“Allah, vekil olarak bize yeter!” demek ve iradenin hakkını vermek zamanıydı. Acele etmek gerekiyordu.
Kur’an’ın kerameti ile ikramlanmayı dileyerek tefe’ül ettim:
“Sen ve beraberinde olanlar gemiye yerleşince de ki: “Bizi o zalim toplumun elinden kurtaran Allah’a hamd ü senalar olsun! Ya Rabbî, beni güvenli ve kutlu bir yere indir. Çünkü sen konuklayanların en iyisi, en mükemmelisin. (Hayru’l münzilîn’sin)” (Mü’minûn, 28, 29).
Beni işaret eden şer parmakların, iftira dolu gazete manşetlerinin arasından sakince geçerek yürüdüm.
Beraberimdeki arkadaşımla gökyüzü gemisine yerleştiğimde, menzilime varıncaya kadar bu ayetleri tekrar edip gözyaşı döktüm. Hicret mahallim benim için “kutlu bir yer”di artık.
Ve şüphesiz Rabbim, konuklayanların en hayırlısı…
BİR BİLİNMEZE DEĞİL RABB’E YOLCULUK ETMEK
Vardığım menzilde kardeşliği buldum.
Bütün yaralanmışlıkları, incinmişlikleri hissettirmeden onaran katışıksız, bulaşıksız, dupduru bir kardeşlik ikliminde sağaldım.
Bizden önce gelenlerin kendi çektikleri sıkıntıları bize çektirmeme çabasında yok oldu tüm ihtiyaçlarım.
Bir yaralı ceylanlar, kanadı kırıklar kulübüydük. Münkesir kalplerimizi ancak birbirimize sokularak teselli edebiliyor, bir hakikatin etrafında toplanmak için kelimenin tam manasıyla can atıyorduk.
Yaparken yapıldım. Koşarken dinlendim. Anlamaya çalışırken çözüldü kalemim, dilim.
Bedir Harbi’nde Hazreti Ebû Bekir’in oğlu ile, Hazreti Ebû Ubeyde bin Cerrah’ın babasıyla, Hazreti Hamza’nın kardeşiyle karşı karşıya gelişinin tüm akrabalık bağlarının yeniden tanımlanması anlamına geldiğini kavradım. Safları kavmin de, kabilenin de belirlemediğini.
Yol kardeşliğinin, kan kardeşliğinden daha önemli olduğunu…
Cümle cümle geçtim Üstadımızın, müthiş bir zamanda, dehşetli düşmanlar karşısında, şiddetli baskılar altında ve salgın hastalık gibi hayatı kuşatan bid’alar arasında gayet az, zayıf ve kuvvetsiz olduğumuzu anlatan satırları üzerinden.
Gördüm ağır, büyük ve kudsî bir vazife olan vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’aniye’nin omuzumuza ihsan-ı İlahi tarafından konulduğunu.
Kendi yalnızlığımız içinde sadece kardeşlikle çoğalabildiğimizi.
O yükü taşıyacak ihlas sırrına ancak aynı çizgi üzerinde birleşmek anlamına gelen “vifak,” ve bu birliğin insan ruhunda tabiat haline gelmesi demek olan “ittifak”la bürünebileceğimizi.
Sosyal hayattaki dayanışmayı şefkatten doğan hissi kardeşlik kadar, hikmetten beslenen mantıkî kardeşliğin sağladığını öğrendim.
SUÇLAYICI DEĞİL HATIRLATICI OLMAK
Mademki Hak yolcusunun meşrebi, onun manen beslendiği menba, âb-ı hayat içtiği kaynaktır, meşrebimiz aynıysa öykülerimiz benzer olmasa da hakikatlerimiz ortaktır.
Mesleğimiz “haliliye,” meşrebimiz “hıllet”se, hepimizin yolu Hazreti İbrahim’e çıkar/çıkacaktır. Hıllet, “en yakın dost ve en fedakâr arkadaş ve en güzel takdir edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak” vasfı değil midir?
“Zamanın gürültüsü”nün kulakları sağır ettiği bir dönemde hakikat ehli için o gürültüyü bastıracak tek şey kardeşliğin fısıltıları olabilir ancak.
Üstad’ın sert kaya ve taş parçalarını “ipek gibi” yumuşacık köklerin delip geçtiğine yaptığı vurgu da biraz bu olsa gerek.
Bu yüzden kardeşliği zedeleyen her türlü davranış karşısında suçlayıcı değil, hatırlatıcı olmak zorundayız.
(tr724)