Bu Hastalık İnsana Her Şeyini Kaybettirir..

Yorum | Süleyman Sargın

Mevlâna, kibri “kendini (haddini) bilmeyen insanların hali” olarak tanımlar. Zira kibirli insan güneşin varlığından haberdar olmayan buz dağı gibidir. Güneşin harareti karşısında eriyip gittiğine bakmaksızın kocaman cüssesine güvenip kendini bir şey sanır.
İlk devir sofilerinden Muhasibî ise “Allah hukukuna riayet” adlı eserinde kibrin “insanın başına gelebilecek en büyük afetlerden biri” olduğunu söyler. Çünkü sadece Efendisi’ne (cc) yakışan bir sıfatı kul, kendine mâl etmiş bu sebeple de Efendisi’nin gazap ve hiddetini celb etmiştir. Cehenneme ilk girecek zümrenin “Sonra her milletten Rahman’a en çok karşı gelenleri ayıracağız” (Meryem, 19/69) ayeti mazmununca kibirliler olduğu hususunda ise müfessirlerin neredeyse ittifakı vardır.

İnsanı bazen ilmi, bilgisi, mesleği, bazen de makamı, kıdemi ve konumu kibre düşürür. Nefsini terbiye edememiş biri böyle nimetlere nail olduğunda firavunlaşabilir; kendisini her şeyin hâkimi zannedip herkes üzerinde hâkimiyet kurmaya kalkar. Konum, makam ve mevki gibi bilgi de çok önemli bir güçtür ve belki de kibrin sebeplerinden en tehlikelisidir.

Kibirli insan hep bir kısım farklı özellikleri varmış gibi davranır. Başkalarına karşı üstünlük taslar. Onları hor ve hakir görür, hakka hukuka riayet etmez. Kaderin kendisine bazen bir imkân bazen de bir imtihan olarak lütfettiği nimetleri, vazifeleri, sorumlulukları kendi malıymış gibi temellük edip başkalarını ezmeye kalkar.
Kibir bir kalp hastalığıdır. Onun dışa vurmuş, davranışa dönüşmüş haline bencillik (egoizm) denir. Etrafta oldukça fazla kibirli insan olmasından dolayı bu durum pek çoğumuza normal gelse de kibir bir çeşit cinnet halidir ve ruhî bir rahatsızlıktır. Bu hastalardan hemen her kesimde oldukça fazla miktarda vardır. Böyleleri kendi konumunu güya başkalarının gözünde sağlamlaştırmak adına birilerini ezme, yok sayma ve onları ademe mahkum etme gibi zavallıca davranışlar sergilerler. Üstünlük ve “esas oğlan benim” duygusu böylelerinde zamanla bir hezeyana dönüşür ve sanki ahiret yokmuş ve dünya sadece onların etrafında dönüyormuş gibi sorumsuzca davranışlara sebebiyet verir. Bazen komik, bazen de acınası hallerinin ise farkında bile olmazlar.
Kibirli tipler, şöyle-böyle tasarruf ve sorumluluk daireleri içinde meydana gelen her güzel şeyin kendilerine mâl edilmesini isterler. Ortaya konulan bir iş veya hizmet ne kadar güzel ve bereketli olursa olsun eğer kendilerinden habersiz yapılmışsa onlar için hiçbir kıymeti yoktur. “Kime sordun, benden izin aldın mı?” ifadeleriyle başlayan sorgulama, neredeyse “Benden izinsiz başkalarının imanını bile kurtaramaz, onların cennete gitmelerine bile vesile olamazsın!” parantezini içinde barındıran bir savrulmayla noktalanır.
Bu zavallı hal, onların hakikati görmemelerinden ve gördükleri şeyleri doğru okuyamamalarından kaynaklanır. Çünkü bakış açıları yanlış, değerlendirmeleri çarpıktır. Onların dünyalarının merkezinde Hak ve Raza-i ilâhi değil, kendileri vardır. Farkında olmasalar bile küstahlaşmış ve Zât-ı Ulûhiyet’e mahsus büyüklüğü “kibir” adı altında O’nunla paylaşmaya kalkışmışlardır. O da, “Dünyada büyüklük taslayanlara, âyet ve işaretlerimi doğru okuyup doğru anlama imkânını vermem.” (A’raf, 7/146) fermanı gereğince onları korkunç bir mahrumiyete mahkûm etmiştir.
Kibir, imana giden yolda insanın önünü kesen bir settir.  Allah Resûlü’nün “Kalbinde zerre kadar büyüklük hissi bulunan kimse Cennet’e giremez.” hadisine göre de ebedî saadet yolunda aşılmaz bir engeldir. Bu maraz, bir kalbe yerleşince –Allah korusun- kalbin ötelere nâzır bütün ışıklarını söndürür. Ahirete bakan ışıkları sönünce kalp, başkalarına ait her türlü fazilet ve meziyete karşı bir tepki yumağı haline dönüşür. Kendisi dışında meydana gelen hiçbir güzelliği ne görmeye ne de duymaya tahammül edebilir. Böyle bir kalb hastasının öncelikli ve birincil meselesi çevresinden göreceği saygı ve hürmettir. Aslında hiç kimsenin onun konumuyla, makamıyla bir derdi ya da ona karşı bir hürmetsizliği yoktur ama “hastalığın tesiriyle” mevcutla yetinmez ve sürekli “daha yok mu!” der durur.
Kibrin, Hak nezdinde ne kadar çirkin bir hastalık olduğunun ve sahibine ne ağır bedeller ödettiğinin en bariz örneği şeytandır. İblis’i “Şeytana” dönüştüren kibir, “Âdem’e secde etmeme” inadını netice verdi. Allah huzurunda meleklerle birlikte ilk insanın yaratılışına şahitlik edecek kadar önemli bir konumda iken kibri yüzünden sahip olduğu bütün nimetleri kaybetti ve İlâhî huzurdan kovuldu.
Enaniyetin en tehlikelisi
İnsanı bazen ilmi, bilgisi, mesleği, bazen de makamı, kıdemi ve konumu kibre düşürür. Nefsini terbiye edememiş biri böyle nimetlere nail olduğunda firavunlaşabilir; kendisini her şeyin hâkimi zannedip herkes üzerinde hâkimiyet kurmaya kalkar. Konum, makam ve mevki gibi bilgi de çok önemli bir güçtür ve belki de kibrin sebeplerinden en tehlikelisidir. Efendimiz’e nispet edilen “İlmini artırıp da aynı ölçüde zühdünü, takvasını ve Allah’la irtibatını artırmayan insan, Allah’la arasındaki uzaklığı artırır” ikazı bu gerçeğe işaret eder. En çok ilahiyatçılarda gördüğümüz bu nevi kibri akademisyenlerde ve gazetecilerde de çokça müşahede etmek mümkün. Böyle bir enaniyet, sahibini büyük insanları, sahabeyi, Efendimiz’i ve Kur’an’ı tenkid edecek kadar küstahlaştırabilir.
Bediüzzaman Hazretleri, ilmin sebep olduğu enaniyet ve bunun bilhassa aynı gayeye adanmış insanlar arasında sebep olabileceği tehlikeler konusunda şu ikazı yapar:
Ehl-i dalâletin taraftarları enaniyetten istifade edip kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakikaten insanda en tehlikeli damar enaniyettir ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla çok fena şeyleri yaptırabilirler.
Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizi enaniyetle vurmasınlar, onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki, şu asırda ehl-i dalâlet eneye binmiş, dalâlet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak bilmecburiye eneyi terk etmekle Hakk’a hizmet edebilir. Eneyi kullanmakla haklı dahi olsa ötekilere benzemiş olur ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler. Bu ise hakka hizmete karşı bir saygısızlıktır.
Kardeşlerim, enaniyetin işimizde en tehlikeli ciheti kıskançlıktır. Onun da tehlikelisi, içinizde ve ahbabınızda bu fakir kardeşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmaktır. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, ilim sahibi olması cihetiyle enaniyetlidir. Çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da nefsi, o ilmî enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hatta yazılan risalelere karşı muaraza (eleştiri) ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık cihetinde zımnî bir düşmanlık besler gibi, eserlerin kıymetinin düşürülmesini arzu eder… ta ki, kendi fikrî mahsulü onlara yetişsin, onlar gibi itibar görsün…” (29. Mektup, Hücumât-ı Sitte)
İnsana ahiretini dahi kaybettirebilecek bu seviyedeki bir kıskançlık hissi, kibrin insanı sürüklediği karanlık atmosferin ürünüdür. Kur’ân-ı Kerim’in, “Allah, mütekebbir ve kaba kuvvet temsilcisi cebbarların kalbini işte böyle mühürler.”  (Mü’min sûresi, 40 /35) fermanı konuyla alâkalı ne ürpertici bir tehdittir!
(tr724)