Herkes Kendi Etrafında Yüz Seksen Derece Geri Dönse

[Tarık Toros]
Bugün ülkeyi yönetenler durup durup…
-Türkiye kabile devleti değil.
-Çadır devleti değil, bunu herkes bilsin.
-Türkiye’nin basit bir ülke olmadığını anlamalısınız, gibi cümleler kurmaktan hiç utanmıyor.
Böyle konuşuyorsanız, öylesiniz demektir.
Hatta, daha da aşağısı.
Herhangi bir Batı ülkesi liderinin benzeri cümlesini hatırlamıyorum.

Londra’daki yangın, özellikle yoksulların yaşadığı ve çalıştığı şartlara dikkat çektiği için çok konuşuldu. Muhalefetin yükselen ismi Jeremy Corbyn, burada evlerini kaybeden yoksullara, zenginlerin evlerine yerleşme çağrısı yaptı.

***
Bakın, Londra’da 25 katlı bir bina, tuhaf biçimde çıra gibi yandı.
Yangın 12 saatten daha uzun süre, kontrol altına bile alınamadı.
Binada belediye tespitlerine göre, 400 ila 600 kişi yaşıyordu.
Resmi açıklama, 79 ölü var.
Basın, kayıplarla birlikte rakamın 100’ü geçeceğini öngörüyor.
Yangın 14 Haziran’da yaşandı.
İki hafta geçti, halen medyada bir numaralı gündem.
Kurtulanlara ilk andan itibaren yardım yağdı.
Devlet değil, semt sakinleri beslenme ve kıyafet zinciri oluşturdu.
Kimse açta açıkta kalmadı.
Evsiz kalanlar, derhal otele yerleştirildi.
Başbakan özür diledi.
Hükümet, ilk anda 1 milyon pound (4.5 milyon TL) nakden yardım yaptı.
Sadece, “binanın dış kaplama malzemesinden çıkan gazdan zehirlenme” ihtimaline binaen, aynı malzemeyi kullanmış onlarca bina boşaltıldı.
600’e yakın bina incelendi, testi geçemeyenler işaretlendi.
Ülkede iki büyük haber kanalı var: BBC ve SKY News.
Çatır çatır mağdurları, semt halkını, muhalif politikacıları konuşturdular, sansürsüz, perdesiz, sözlerini kesmeden.
Halen de devam ediyor.
İngiliz kamuoyu, yaraları sarmadan, sorumlular tespit edilmeden de hadisenin peşini bırakmayacak.
Niye?
Serbest medya var da ondan.
***
Bin kere yazdım söyledim, bir daha tekrar edeyim:
Fikir hürriyetinin açık ara bir numaralı olmazsa olmazı basın özgürlüğüdür.
Yaymadıktan, yayınlamadıktan sonra…
Oturduğunuz yerde ürettiğiniz fikirlerin, bırakın başkalarına, kişiye bile yararı yoktur.
Fikirler, medya veya yayın organlarının etrafında serpilir, büyür, gelişir.
Basın, halk adına sorar sorgular.
Hür medya yoksa, rejim kapalı rejimdir.
Ya bir tür demir perde ülkesidir ya da gizli komünisttir, Türkiye gibi.
Devletler, kabile devleti olmadıklarını, çadırdan yönetilmediklerini, basit bir ülke olmadıklarını ancak ve ancak icraatları ile gösterirler. Halklarına da hissettirirler; tanınan haklarla, yapılan hizmetlerle, cebindeki pasaportuyla, parasının değeriyle…
***
Türkiye’nin temel sorunu, yönetenlerdeki sıkıntı değil…
Medyası, kurumları, sivil toplumu ve halkıyla çürümesi, tefessüh ettiğinin ortaya çıkması.
Kayınpederi, damadını ve kızını ihbar ediyor, “yurt dışına kaçıyorlar” diye.
Ortağı, “Cemaatçiydi” deyip bin yıllık iş arkadaşının malına çöküyor.
Babası, evladını reddediyor “terörist köpek” diye.
Annesi, sütünü helal etmiyor, “devlete darbe yaptı” diye.
Kiracı, kirasını ödemiyor, “ev sahibi nasılsa terörden içeride, belki evi de bana kalır” diye.
Memuru, mesai arkadaşını ihbar ediyor, “yerine geçebileyim” diye.
Zabıtası, bekçisi, savcısı, polisi, geçmişte canını yaktıklarına dönüp, “Ben yapmadım bunlar yaptı” diyor, “aklanayım” diye.
Hocasına takık talebe, öğretmenini…
Hastaneye kızan hasta, doktorunu…
Canı sıkılan, canını sıkanı…
İhbar eden edene.
Gazeteci, meslektaşını…
Politikacı, rakibini…
Yardımcı pilot, kaptan pilotu gammazlıyor.
Topyekûn bir millet, içinden çatırdadı.
Haliyle, mesele tek başına Tayyip Erdoğan’la, AKP ile ele alınacak gibi değil.
İnsanı asıl yıkan da bu.
Hoş, millet böyle destek vermese, zulüm ayyuka çıkmazdı.
***
Boğaziçi Üniversitesi’nde rektör konuşurken, arkalarını dönen öğrenciler gibi… Herkes, kendi etrafında yüz seksen derece geriye dönse, ilk gün biterdi bu iş.
Fakat olmadı.
OHAL kararnamesi ile işten atılan akademisyen Nuriye Gülmen ile eğitimci Semih Özakça’nın açlık grevi 111 günü geride bıraktı.
Göz göre göre eridiler, aktılar.
Bedenleri iflas ediyor.
Organları cevap vermemeye başladı.
Egemenler;
Eylemi yakın takibe aldılar.
Polis tacizleriyle alanı dar etmeye çalıştılar.
Sonra, katılanlar gözaltına alındı.
Eşleri, anneleri bile alındı.
Baktılar, olmadı. Hak arayan bu iki insanı tutukladılar.
Niye?
Oradan bir kıvılcım büyümesin diye.
Yetmedi, eylemin başladığı insan hakları anıtını bariyerlerle çevirdiler, halen de öyle, abluka altında.
Nuriye Gülmen ve Semin Özakça, cezaevinde eylemlerini sürdürüyor.
Büyük bir kararlılıkla acı sona doğru yürüyorlar.
Sosyal ağlardaki paylaşımlar dışında, kimse de kılını kıpırdatmıyor.
Millet bayram tatili için yollara düştü, denizin güneşin keyfini sürüyor. Kime ne…!
Oysa, o insanlar; “Tatilde yollara düşenler işlerini aşlarını kaybetmesin, kimse haksızca mesleğinden atılmasın” diye yola çıktılar.
Gerekçesiz atılmaya isyan ettiler, işlerine iade edilmek istediler.
Talepleri sadece ve sadece buydu.
Şimdi ölüyorlar.
Göz göre göre…
Onları öldüren, görünürde AKP faşizmi olabilir.
Asıl neden ise, milletin duyarsızlığı, umursamazlığı.
Millet istese, tutar çıkarırdı tıkıldıkları delikten.
Binlercesi gibi, işlerine iade ettirirdi.
Olmadı, olamadı, olamayacak gibi.
İktidar marifetiyle linç ediliyorlar.
Linç eden kalabalık ise, sen ben öbürü beriki.