’Evet Hacer! Seni Kelepçelettirip Gözaltına Aldıran Benim!…’

Onbinlerce insan, bitmek tükenmek bilmeyen nefretle dolu bir kişiyi tatmin etmek için tutuklandı.. Bunlardan biri de Bülent Korucu’yu almaya giden polislerin, kendisini bulamadıkları için eşini gözaltına aldıkları Hacer Korucu…

Nezarette geçen ve dizanteri olunan dokuz gün..!
Yemeklerini yiyor, ibadetlerini yapıyor, öğretmen evinde bir odada rahatı yerinde diye oğlu Burak’a yalan söylenen; dokuz gün..!
Aç, susuz, hain muamelesi ile bir türlü geçmek bilmeyen tam dokuz acı gün..!
Baskının zirve yaptığı, yalnızlığın nutkunun tutulduğu, ötekileştirmenin bile itibarsızlaştırıldığı günler. Özellikle de kadın polislerin psikolojik baskısına maruz kaldığı nezaret günleri..!
Hacer’in sadece namaz vakitlerini takip edebildiği, dili döndüğünce de; “Rabbimiz, her işimizde senin rızanı ve hoşnutluğunu kazanmayı hedefledik, onu elde etmeye çalıştık. Hep rahmetini ümit ettik, azabından da korktuk” diye yalvararak zulmün üstesinden gelmeye çalıştığı günler..!
Neden bu kadar yıpratılmıştı, çile çektirilmişti? Hacer’in gözaltına alınma gerekçesi neydi?
Bank Asya’ya para yatırmak mı? Çocuklarım için en iyisi olsun deyip koleje göndermek mi? Eşi ile birlikte çıktığı yurt dışı gezileri mi? Annesinin evinde eşine ait köşe yazılarının bulunması mı? Fedakârlık yemi, sadakat suyu mu? Hacer Korucu’nun gerçekten suçu neydi? Hakkında ne şikayet vardı?
Neden dokuz gün boyunca Erzurum’da Gürcükapı polis karakolunda nezarete alınmış ve ötekileştirilmişti? Nezaretten çıktığında avukat’ın ifadesiyle “on yaş daha yaşlanacak ne yapmıştı?” 
Bu baskı nedendi?
Sanırım, bunların cevabını savcıdan, hakimden, karakol amirinden daha iyi bilen kimsecikler yoktu! Evet, biz de bilmek istiyoruz Hacer hanım’ın suçu neydi?
Suçu; Türkiye’nin yetiştirdiği kıymetli gazeteciden biri olan Bülent KORUCU’nun eşi olmak mıydı?
Cezası; ”gül nedir ki solup gider, gün nedir ki gelip geçer; ama sana olan sevgim, saygım sonsuzdur, bitmez..!” dediği kişiye zevce olduğu için mi verilecekti? Eşini bulamadıkları için gözaltına alınmıştı. Adaletin küçüldüğü ülkelerde, suçsuz günahsız olmanız kurtuluş için yeterli değil miydi?
Avukat’ı gelinceye kadar çile çeken Hacer; Avukatının ben geldim demesi ile bir nebze olsun rahatlamış, moral bulmuştu. Beni nasıl buldunuz avukat bey diye sorduğunda;
Avukat: Tarık twitter’dan “Annem, babam bulunamadığı için bir haftadır tutuklu ve Erzurum’da annemi savunacak hiç bir avukat bulamadık. Bir çok tanıdığımızın avukatlığını yapan Gündüz GÜNEŞ ve Hasan Timurhan GÜR bile insanları itirafçı olmaya zorluyordu. Hiç bir avukat bizim teklifimizi kabul etmiyor. Annemi savunacak vicdan sahibi bir avukat yok mu? ” diye tweet atmıştı.
Türkiye’de ve  bilhassa dünya’da bu tweet çok etkili oldu. Ben de dostun yardım çığlığı namaza çağıran ezan gibidir, dedim. İstanbul’dan kalkıp buraya geldim. Ne dersiniz, İyi yapmış mıyım? dediğinde Hacer hanım zoraki de olsa tebessüm etmişti.
Hacer: Bu ızdırap hiç bitmeyecek diye düşünüyordum, ümitsizdim. Karanlıkta bir ışık oldunuz, imdadımıza yetiştiniz ne diyebilirim ki! Allah razı olsun diyebilmişti.
Hacer, dokuz gün üzerine nezaretten çıkarılmış, o gün içinde ifadesi alınıp savcılığa sevk edilmişti. Savcılıktan serbest bırakılacağına olan inancı tamdı. Söyleyeceklerini iyice etüt ederek savcı’nın karşısına çıkmıştı. Savcı, görevine yeni başladığı her halinden belli olan, insanlara tepeden bakan genç bir delikanlıydı. Önündeki dosyanın üstündeki isme göz ucuyla bakmakla yetinenlerdendi. Belli ki önceden dosyayla ilgili geniş bir malumat almıştı. Alaycı, müstehzi bir ifadeyle karşısında ki insanı süzdükten sonra konuşmaya başlamıştı.
Savcı: Dokuz gün nezarette kalmışsın ama..! Bize hiç bilgi vermemişsin, hiç konuşmamışsın! Bize hiç yardımcı olmamışsın? Hep susmuşsun, neden?
Hacer: Anlamadım efendim! Konuşmak ve yardımcı olmaktan kastınız nedir? bilemedim.
Savcı: Sorularımıza hiç doğru dürüst cevap vermemişsiniz..! Bülent’in yerini bildiğin halde bilmiyorum demişsin. Bülent Türkiye’nin kara kutusu gibi, onu istiyorum. Yerini söylersen bu akşam çıkar gidersin ve çocuklarınla beraber olursun. Aksi halde..!
Hacer: Aksi halde..! Ne olur efendim. Ben bildiklerimi avukatımın nezaretinde anlattım. Suçsuzum, bakmakla yükümlü olduğum çocuklarım var.
Savcı: Eminim! Bülent’in de bize anlatacağı çok şeyler vardır.
Hacer: Bayram tatili için ailecek Erzurum’a geldik. O, meşum olaydan sonra eşim İstanbul’a işinin başına gitti. Gazetesi kapatıldı, hakkında yakalama kararı çıkartıldı. O günden beri eşimle hiç görüşmedim. Nerede olduğunu da bilmiyorum..!
Savcı: Dokuz günden beri eşinizi korudunuz ve hâlâ korumaya da devam ediyorsunuz. Eşiniz gelmeden sizi bırakamayız, size de buradan çıkış olmaz. Ya eşiniz teslim olacak, ya da teslim olacak..! Bu bedeli ben öderim diyebiliyor musunuz?
Hacer: Bedel..! Bedelden kastınız nedir anlayamadım efendim. Ben bildiklerimi avukatımın nezaretinde anlattım. Suçsuzum, çocuklarımı altmış dört yaşında ki anneme emanet ettim. Bakmakla yükümlü olduğum küçük kızlarım var.
Hacer’in nutku tutulmuştu, bu nasıl bir imtihandı. Suçu sadece o’nun eşi olmak mıydı? O’nun eşi olduğu için tutuklanmak mıydı? Özgürlük ümitlerinin tükendiğini, ülkesindeki adaletin küçülmesinden anlamıştı. Ne desem bilmem ki Bülent; İstanbul sesimi duyar mı? Bu haksızlığı anlatsam dünya dinIer mi? HüzünIüyüm, nâçâreyim desem kim çare oIur? Evet, biliyorum desem hükümet tüm polislerini salar mı peşine..!  Hayır, desem avukatlar ilgilenir mi benimle, savcı yine yardım eder mi içeri girmeme? Evet yerini biliyorum desem, İbrahimî bakışlarınla yine korur musun beni? Ne desem bilmem ki Bülent? Evet mi..! desem, yoksa hayır mı..!
Ortamdaki sukünet, savcının ses tonunun yükselmesi ile bozulmuştu. “Evet Hacer! Seni gözaltına aldıran benim. Seni kelepçelettirip, karakola götürün emrini veren de benim. Eşi yok dediklerinde o zaman Hacer’i tutuklayın diyen de bendim. Şâyet; eşinle ilgili malumatın yoksa seni tutuklatan da ben olacağım. Bu benim için hiç de zor olmaz!”
Hacer’in içi içini yiyordu; sanıyordu ki her kaIıbın içindeki insandı. Aslında insanı farkIı kıIan merhametmiş ve vicdanmış, diye başını sallamış, kendi kendine ‘evet o sizdiniz’ demiş
Otuz Temmuz gününü ve o anı unutmam mümkün değildi. Telefonda öyle bir bağırmıştın ki herkes sesinizi duymuştu ve korkudan hizaya geçmişti. Bülent KORUCU yok! Ne yapalım? dediklerinde hanımını alın demiştin. Öyle ki; oradaki polis amiri kayın biraderimi ve en büyük oğlum Burak’ı akabinde de herkesi tutuklamakla tehdit etmişti. Evet, zulmünün sınırı olmayan ve daha nice annelerin de yüreğini de yakacak olan o hukuk tanımaz kişi sizdiniz. Bunu nasıl unutabilirim ki? diye fırtınalar, tayfunlar kopmuştu yüreğinde.
Savcı, olumlu bir cevap alamayınca “Eşiniz gelip teslim olana kadar sizin tutuklanmanızı talep ediyorum.” demişti.
Kelimeler, düğüm düğüm olmuştu boğazında. Kırk beş yaşında, lise mezunu, bir ev hanımının bu olayla ilgili ne gibi bir bağlantısı olabilirdi ki? Tatilini yapmak için baba ocağına gelmişti. Bu olayı bile twitter’dan öğrenmişti. “Bu olayı lanetliyorum ve serbest bırakılmamı talep ediyorum.”, demesi de nafileydi. Çünkü karar çoktan verilmişti.
Ey! Hacer; için kan ağIasa da kim duyar beni? Kim anIar dışarıdan oIup biteni? diye düşünme.
Ey! Hacer; şunu unutma! Leyla’nın yüzünü görenIer bilir; Mecnun’un kaIbine batan dikeni!
Ey! Hacer; suçsuz yere içeri alındığını, bir inat uğruna kelepçelendiğini, hasların hamlardan ayrılması için sabır testinden geçtiğini Allah bilmiyor mu? Eşinin zatında, sana gelen musibeti Allah (cc) görmüyor mu? Allah ne güzel vekildir de ve sabret..!
Savcı’dan sonra Hacer son bir ümit hakim karşısına çıkarılmıştı. Hakime hanım da yirmi beş-yirmi altı yaşlarında genç bir bayandı. Hakime hanım, Hacer hiç yokmuş gibi, esamesi hiç okunmuyormuş gibi Hacer’in yüzüne bakmadan önündeki dosya ile meşgul olmuştu. Suçu çok kabarıkmış gibi başını sallamıştı. O dosyaya bakarken Hacer meramını anlatmaya çalışmıştı. “Yedi ve on iki yaşın da iki kızım var, bana ihtiyaçları var. Meşhur bir gazetecinin eşi olmak tutuklanmak için bir delil olmamalı. Ben, eşi bulunamadığı için gözaltına alınan, mağdur edilen bir ev hanımıyım. Gözaltı yetmemiş gibi tutuklanmak için sevk edildim. Bu hukuksuzluğa bari siz dur deyin hakime hanım.”
Hakime hanımın, bu haksızlığa dur diyeceğini düşünürken “Bütün suçlular ben suçsuzum derler. Oysa, deliller tutuklanmaları gerektiğini söyler.” deyip, Hacer’e cezaevinin yolunu göstermişti.
Hacer:  Suçlular öyle mi? Deliller öyle mi? Yasalar, kanunlar emrediyor öyle mi?Dosyama hiç bakmadınız bile! Sadece dosyaya iliştirilen not yetti tutuklanmam için değil mi? Hani Anayasada, kanunlarda suç şahsiydi? Hani müddei iddiasını ispatla mükellefti? Ne diyebilirim ki; bugünIerde öğrendiğim en önemIi şey; “kaIp herkeste oIsa da vicdan herkese nasip oImuyordu.”
Savcı ve hakim hak-hukuk noktasında hakkaniyet mahrumu idiler. Belli ki ortak hareket ediyorlardı. Bir yerden emir almışcasına Hacer’in tutukluluğuna karar vermişlerdi. O günün akşamın da da Erzurum Kadın Cezaevine götürülmüştü.
Gardiyanın, geçmiş olsun hanımefendi, Allah kurtarsın, bu günlerde geçer sözleri eşliğinde karanlığa doğru adım adım yürümüştü. Eşinin yerine bir ömür yatmak için yürümüştü. İnadına zulmün üzerine yürür gibi yürümüştü. Kaybettiği özgürlük uğrunda sabırla mücadele etmek için yürümüştü, yürümüştü, yürümüştü..!
Geçer eIbet! Geçer elbet efendi, geçer..! dercesine yürümüştü. Bazısı teğet geçer, bazısı yüreğimizi deIer geçer. Ama sonuçta geçer elbet! Bazı kararlar var ki deşip geçer, bazı kararlar da var ki özgürlüğümüzü, birliğimizi, beraberliğimizi, kardeşliğimizi parça parça eder geçer..! Hukukun düştüğü duruma üzülerek yürümüştü. Ama inancım o ki gardiyan, bugünler de mutIaka geçer, demişti.
Kapasitesi on dört kişilik olan, mevcudu yirmi beş kişiyi bulan bir koğuşa koyulmuştu. Kimler yoktu ki..? Pırıl pırıl insanlar, bir mum gibi yanıp erimeye, bir çıra gibi tutuşmaya hazır hanımefendiler. Hem beyi hem kendisi tutuklu kahramanlar, çocukları ile beraber yol arkadaşlığı yapanlar. Çocuklarından ayrı kalanlar, ağlayarak Kuran-ı Kerim okuyanlar. Onu görünce gözyaşları ile karşılayanlar. Esareti yudumlayıp, özgürlüğü arayanlar…Seccadesinde iki büklüm olup huzur arayanlar, karanlık geceleri sabahlara kadar kovalayanlar. Yıldızları tutup aşağı indirecekmiş gibi ellerini semaya kaldırıp bir fereç ve mahreç ver Rabbim diye yakaranlar..!
Bunlar terörist öyle mi? Bunlar suçlu ve bunların hakkındaki deliller çok güçlü öyle mi? Evet, şimdi daha çok inanıyorum. Bu zulüm de mutlaka ama mutlaka geçecek, çünkü yok bundan başka bir seçenek..!
Ağustos- Eylül geçmişti ailesinden hiç kimse ile görüştürülmemişti. Evlatlarını koklayamamış, bağrına basamamıştı. ‘Seni ben tutuklattırdım’ diyerek iyi bir şey yaptığını düşünen savcı’nın emri ile görüş yasağı koyulanlardandı. Herkes açık görüşe giderken o, küçük kızlarını düşünürdü.
“Nigârım seni düşünmeden aIdığım soIukIarı saymıyorum nefesten.” derdi. “Saadetim seni içine sığdıramadığım damIaIarı saymıyorum gözyaşından.” diye eklerdi. “Burak, Tarık, Sakıp sizsiz tebessümlerimi de saymıyorum mutluluklardan.” der gözyaşı dökerdi ve sabrederdi.
Hacer Otuz Temmuz’dan beri eşinin yerine tutuklanan, tutuklatılan bir mazlum, bir mağdur. Eşine tek bir mesajı var benim için üzülme! Demokrat duruşundan, ödün verme! Haksızlıklar karşısın da da dik dur eğilme! Dualarını da bu fakirden, cezaevlerindeki kardeşlerimizden eksik eyleme!
(Engin Deniz / magduriyetler.com)