Bunlar İnsan Olabilir Mi?

[Ahmet Bozkuş]

Lise birinci sınıftaydık. Binlerce öğrencisi olan bir İmam Hatip Lisesi’nde okuyorduk. Çok büyük bir çoğunluğu kendi isteğiyle bu okula giden öğrencilerdik. O zamanlar İHL’ye girebilmek sınava tabiiydi.
Dersimiz siyer, konumuz Peygamberimiz’in başka ülkelere gönderdiği tebliğ mektuplarıydı ve ders kitabında o mektupların fotoğrafları vardı. Ben Peygamberimiz’den bir hatırayı görmenin verdiği heyecanla bir soru sordum:
“Hocam, bu mektupları Peygamberimiz mi yazmış?”
Benim bu sorumdan sonra sınıftan dört beş arkadaş daha heyecanla aynı soruyu sordular.
Ayak ayak üstüne atmış halde oturan hoca, yeni aldığı ve dönem itibariyle çok pahalı olan iri cep telefonuyla uğraşmayı bırakıp, başını kaldırma zahmetine katlanıp bana baktı ve yüzünde beliren iğrenme ifadesiyle cevap verdi:
“Mal!”
Sonra diğer soru soran arkadaşlara tek tek bakıp onlara da çeşitli hayvan isimlerine ünlem işareti ekleyerek seslendi. Yüzündeki o iğrenme durumu hiç eksik olmadı bu arada. Ben sustum, arkadaşlar sustu. Hoca, kin taşıyan bir ağır taşıt gibi ayrıldı sınıftan.
Neden kızdığını, bu hakaretleri hak edecek ne yaptığımızı, nasıl bir kabahatimiz olduğunu bile anlayamamıştık. İlk şoku atlatınca şefkatinden emin olduğumuz bir hocamıza anlattık durumu ve ondan bir cevap istedik. Allah razı olsun o hocamız insanca davranıp cevap verdi:
“Oğlum, Peygamberimiz okuma yazma bilmiyordu ya… Unuttunuz mu?”
Unutmuştuk evet ama bir öğretmen başka ne işe yarayacaktı ki? Biz unutunca hatırlatmayacaksa, yanlış yapınca düzeltmeyecekse, iyiye, güzele yönlendirmeyecekse ne anlamı vardı öğretmen olmanın! Hele de siyer dersinde on dört, on beş yaşındaki gençlere hayvan isimleriyle hitap eden bir insan nasıl öğretmen olabilirdi?
Bu olay benim İHL yıllarımda içinde fiziksel şiddet geçmeyen birkaç kötü hatıramdan biriydi. Diğer kötü hatıralarımın içinde muhakkak fiziksel şiddet de vardır.
Kuran dersine marangozda özel yaptırdığı odunla gelen, arapça dersinde elindeki mavi plastik boruyu savuran, lakabı “Kemikkıran” olan hocaların pedagojik lincinden hafif sıyrıklarla kurtulmuş bir öğrenci olarak şanslı bile görüyorum kendimi.
Üç yıl aldığı hafızlık eğitimini başarıyla tamamlayıp hafız olan ve ne yazık ki cuma namazlarını bile kılmayan, kılmak istemeyen öğrenciler gördüm dersem abarttığımı düşünmeyin. En yakınınızdaki İHL mezununa sorun detaylarıyla anlatsın yatılı Kuran kurslarında eğitim metodu olarak kullanılan dayak çeşitlerini.
Öğrencinin neresine vurursa daha çok can yakacağını iştiyakla anlatan Hadis dersi hocası görürseniz hiç şaşırmayın. Yepyeni dayak metotlarıyla öğrencilerine tatlı sürprizler hazırlayan din dersi öğretmenleri var bu memleketin.
Dünyanın en acımasız ve adaletsiz öğretmenleri “sıra dayağı” yöntemini kullananlardır bana kalırsa. “Kurunun yanında yaş da yanar!” düsturunca masum, suçlu(!) ayırmadan büyük bir hırsla sınıftaki bütün öğrencileri döven mahluklardan bahsediyorum. Her öğrencinin iki eline de odunla birer defa vuran, küçükken geçirdiği bir kazada bir elini kaybeden çocuğun tek eline iki defa vuran ve bunu adalet olarak anlatan gaddarlardan bahsediyorum.
Diyebilirsiniz ki:
“Kötü örnekler sadece din dersi öğretmenlerinden, İHL’lerden mi çıkıyor?”
Elbette hayır. Ama bir yerde şefkatten, merhametten ve adaletten bahsedeceksek ilk sırada dinden imandan dem vuran insanlar olmalı. Rahman ve Rahim olan Allah’ın adını dilinden düşürmeyen, Şefkat Peygamberi’nin hayatını anlatan insanların şefkatten, merhametten ve adaletten ayrılmaya hakları yok.
Bunca kötü hatırayı neden mi anlatıyorum?
Şu anda ülkemizi bu zihniyet yönetiyor. Kurdukları karanlık saltanata dokunulmasın diye her kötülüğü meşru gören bir zihniyet.
Masum insanlara yapılan işkenceleri okuyunca (okuyabiliyorsanız tabii) “Bunu yapanlar insan olabilir mi?” diyorsunuz ya hani… Bu işkenceleri yapanlar insan değil! Üstelik hayvan da değiller. Onların seviyesini seçimlerde ellerinden düşürmedikleri, şehit cenazelerinde bir ritüel olarak okudukları ama gırtlaklarından aşağıya inmeyen Kuran söylüyor:
“Hayvandan da aşağı!”
Hani ağızlarını açınca seni, beni, solcuyu, Alevi’yi, Atatürkçü’yü, feministi yani kendilerinden olmayan herkesi “Din düşmanı!” olmakla suçluyorlar ya… Kendilerinden daha fena bir “din düşmanı” görmedim ben. İslam dinine, İslamcılar (İslam dinini para ve güç kazanma aracı olarak gören, iktidara sahip olabilmek için bütün kutsalları çiğneyebilecek kadar alçalan canlı türü) kadar zarar veren kimseyi görmedim. Zalim ve acımasınlar! Cahil ve ahlaksızlar! Yedikleri her haltın fetvasını uydurmaya çalışan, “Küçüğün de rızası varsa…” diyebilen, “Bir defadan bir şey olmaz!” adiliği diilendiren, “Hırsızlık yolsuzluk değildir…” diye sırıtabilen bu sırtlan sürüsünün şerrinden Allah herkesi korusun.
Televizyon ekranlarında “din adamı” sıfatıyla arz-ı endam eden lakin dinden de adamlıktan da fersah fersah uzak olan, zulmü ve haramı meşrulaştırma memurlarının pisliğinden inancımızı kurtarabilir miyiz bilemiyorum. Bulaşıcı bir hastalık olan cehaleti, dini terminoloji ambalajına sarıp bütün bir memlekete yaymak hangi “üst akıldan” geldiyse bravo! Daha iyi bir fikir olamazdı.
Bütün motivasyonları “kin ve nefret” olan bu acımasız güruhun rakiplerini düşman olarak görme ve düşman olarak gördüklerini mağlup etmek için de “yakmak ve yıkmak” dışında bir yöntemleri yok.
Türkiye’de sayısı oldukça az olan hakiki ilahiyatçılardan Hakan Zafer, şöyle demişti:
“Kafaları secdeye giden ama beyinleri gitmeyen insanlar!”
Beyin, akıl, mantık, düşünce, idrak ve vicdan tedavülden kalktı memlekette. Bir Kerbela sendromu yaşıyoruz ki kimse farkında değil. Ve akan masum kanı, zalimin yanında saf tutan zavallıların da eline bulaşmıştır. Umrede zemzemle yıkasalar da geçmez artık o leke. Her cinayette parmak izleri var.
Adaletin tecelli ettiği bir zamanda görüşmek ümidiyle…
(TR724)