Bugün Hocaefendi’ye Saldıranlar Yarın Çok Utanacaklar..

Yıl 1991.
Abilere gitmeye başlayalı bir yıl olmuştu.
İmam hatip lisesinde okuyorum. Hafta içi bir gün, hafta sonlarıda cumartesi abilerin evlerine geliyor, o gece abilerde kalıyorduk.
Pazar sabahları mis gibi kokan kahvaltı sofrası hazırlanırdı. Sofranın değişmez yemeği yumurtalı patates ve Vanlı Şirin abimin otlu peyniri.

Kahvaltıyı yapar, sonra ders başlardı.

Ev sobalıydı.
Soğuk geçen Antep kış gecelerinde, sobaya kömür atardı abiler.
Biz uyumamak için direnirken, onlar haydi uyuyun der dururlardı.
Gece kaç defa abinin içeri sessizce girdğini ve üstü açılan bizlerin üzerini örttüğüne şahit oldum o zamanlarda.
Kan bağımız yoktu, ama bizi kendi çocukları, kardeşleri gibi görürler ve üzerimizi gelip örterlerdi uykularından fedakarlık ederek.
Benin öz abim yok, ama öz abilerimden öte, böyle çok abim oldu.
Ben, abimin hiç uzandığını görmedim.
Hatta hiç eşorfmanla bile görmedim.
O, hep pantolonlu ve gömlekli idi.
Biz yatarken de öyleydi, kalktığımızda da öyleydi.
Sanki hiç yatmamış gibiydi sabahları.
İlk defa Hocaefendi’nin vaazını bir kış günü, pazar günüydü yanılmıyorsam, ikindi namazından sonra dinlemiştim.
Ortaya bir teyip konuldu, herkes yere oturdu ve kaset oynatılmaya başladı.
Önce bir dua sonra vaaz başlamıştı.
İmam hatip lisesinde okuyordum, yabancı değildim dualara ve vaaza.
Fakat bu kadar içten ve yaşıyor gibi anlatan bir hocayı hiç daha önce dinlememiştim.
İsmini bilmiyordum, söylemediler abiler.
Sonra bir kitap vermişlerdi, yazar Abdulfettah Şahin.
Kitabı okurken çok anlayamıyordum, zira dili biraz ağırdı benim için.
Yaşım 11-12.
Sonra aynı vaazları daha sık dinlmeye başladık.
En sonunda ismini söylediler.
Fethullah Gülen, ama Hocaefendi deniliyordu.
Hocaefendi tabirini ilk o zaman duydum ben.
Bir gün, abi bize bu gün bir vaazı görüntülü izleyeceğimizi söyledi.
Baya heyacanlandığımı hatırlıyorum.
Zira o zamanlar teknoloji bu kadar gelişmiş değil ve internetten hemen bir kişiyi arayıp, resmini bulamıyordunuz.
Hocaefendi’yi izleyecektik.
Kasetleri dinlerken çoğu zaman uyuklardık hepimiz.
Sadece abimiz, başına battaniyeyi çekerdi bir süre sonra ve hıçkıra hıçkıra ağlardı Hocaefendi ile beraber.
Çok anlamazdım bunu.
Niye bu kadar ağlıyor Hocaafendi ve abi niye ağlıyordu.
Video kasedi oynatılmaya başladı.
Yaklaşık on kişi vardık galiba.
Önce bir şiir okundu.
Çok güzel bir yaylı tambur fon müziği eşliğinde.
Yine hicran dolu günleri andım,
Yıllar gözyaşına karışıp gitmiş.
Ürperdim ve yerimde kalakaldım,
Dostlar düşmanlarla barışıp gitmiş.
Bu şiiir ile başlayan Sema video tanıtımından sonra, Hocaefendi’nin vaazı başladı.
İlk defa yüzünü o gün görmüştüm.
Sonradan öğrendim adını, vaazın adı Şadırvan 2 vaazı.
Tabi biz yine uyukladık vaazın ilerleyen dakikalarında.
Ara sıra abilerin dokunmasıyla kendime geliyordum.
İstisnasız tüm abiler hıçkıra hıçkıra ağlıyordu.
Tabi ben yine ben bir mana veremiyordum.
Bir gün abilerden birinden bir vaaz kasedini aldım.
Acayip zorlanmıştım alırken, neyse verdi kasedi.
Evde amcamın bir tane teypi vardı. Bozuk mozuk ses çıkarıyordu sonuçta.
Amcam, dedem, biz aynı evde yaşıyoruz. On üç kişi.
Ev gece kondu, daha 2 yıl olmuştu eve elektirik geleli.
Elektirikli eşya çok yok evde.
Misafir odamıza geçtim ve kapıyı kilitledim. Taktım kasedi dinlemeye başladım.
Kız kardeşim kapıyı çaldı. Kasedi durdurdum niye geldiğini sordum. Sonra gitti.
Meğer anamın yanına gitmiş.
Anam geldi kapıyı çaldı.
Kapıyı açtım.
“Ne yapıyorsun” diye sordu.
Ben de, kasedi oynatmaya başladım, “bak bunu dinliyorum “dedim.
Anamla oturduk Hocaefendi’yi dinlemeye başladık.
Bir baktım anamda ağlamaya başladı.
Hocaefendi ağlıyor anam ağlıyor.
Tabi biz yine aynı, ağlama falan yok.
Anam ondan sonra, Hocaefendi’ye hep, “ağlayan hoca” dedi.
Hocaefendi böyle girdi hayatıma.
Ağlayan  hoca.
Vaaz ederken, anlattığını yaşayan, elimizden tutup Asr-ı Saadet’e götüren, sahabilerle tanıştıran, Peygamber efendimizin hayatıyla buluşturan.
Hayallerimizi paklayan, hayallerimize Mus’ab olmayı koyan.
Bana sorsanız, “Hocaefendi’yi nasıl tanımlarsın ? ” diye.
Tek kelime ile, “sahabi ve peygamber aşığı” derim.
Diyebilirim ki, peygamberi ve sahabiyi ben Hocaefend’iden öğrendim.
Nasıl peygamber aşığı olunur Hocaefendi’de gördüm.
Olabildim mi, bilemiyorum.
Ama olan nasıldır, onu Hocaefendi’de gördüm.
Hocaefendi için, dün de, bugün de çok iftiralar atıldı, çok yalanlar söylendi.
Ama bu dönemdeki kadar rezilce olanı, hiç bir dönem olmadı.
Bu ülkede bir nesil, peygamberini ve onun ashabını, Hocaefendi ile gerçek manada tanıdı.
Bu ülkede bir nesil, hayallerinde sahabi olma isteğini, Hocaefendi ile kazandı.
Bu ülkede bir nesil, beklentisiz olmayı, dini için hicret etmeyi, Hocaefendi ile idrak etti.
Bu ülkede bir nesil, dünyanın onca debdebesine ve cazibesine karşı, ahireti adına, malından, vaktinden, canından vazgeçmeyi ve insanlık adına feda etmeyi, Hocaefendi ile öğrendi.
Kim ne derse desin, bu ülke ve dünya, bir gün Hocaefendi’nin kıymetini anlayacaktır.
Büyük insanlar anlamak zordur ve herkese nasip olmuyor.
Büyük insanların kaderidir, neşet ettiği topraklarda anlaşılmamak.
Bu kaderi Hocaefendi de yaşıyor bu gün.
Ama gelecek nesiller, Hocaefendi’yi, yad-ı cemil olarak anacaklar kıyamete kadar bu ülkede, bundan emin olun.
Bu gün Hocaefendi’ye saldıranlar, yarın utanacaklar.
Bir Regaip gecesinde yazılan bu yazı, sadece bir teşekkür mahiyetindedir.
Antepte, varoşlarda, lastik ayakkabısını yama edip giyen, bir kürt çocuğu Fuat Baran’ın, kendisinin bugünlere gelmesine vesile olan hocasına bir teşekkürüdür.
Allah razı olsun hocam.
Eğer bu hizmet bizlere sahip çıkmasaydı, kim bilir kimlerin elinde ne hallerde olacaktık.
Eğer bu hizmet olmasaydı, belki dağda PKK içinde biri olacaktık.
Allah başımızdan eksik etmesin.
Ömrünüzü uzun etsin, sağlık sıhhat afiyet versin.
Kaynak: http://www.ideallhaber.net/kose-yazarlari/hocaefendi/20608